Hukukçu bilim insanı yetiştirmek gayesi ile yola çıkan hukuk fakültelerine ve salt pozitif hukuk uygulayıcılarına selamlarımla
Hukuk disiplini, dolayısıyla hukukçu bilim insanlarının eserleri ve tutumları muhafazakâr bir görünüm arz ediyor. Bu durumun anlaşılabilir nedenleri var: Öyle ya da böyle, elinizde iktidarın çıkardığı normlar bulunuyor ve mahkemelerde bu normlar uygulanıyor. Devletin zor gücü, bu normların icrasına ve mahkemelerin bu normlara dayanan kararlarının infazına destek oluyor. Hukuk fakülteleri hâkim, savcı veya avukat yetiştirmeyi hedefliyor. Pozitif hukuk dersleri normları olduğu gibi ve uygulandığı şekliyle anlatmayı amaçlıyor. Bu durumda pozitif hukuk dersi veren öğretim üyelerinin büyük bir kısmı eleştirel olmaktan çıkıyor. Eleştirel olayım dediğinde anladığı ise yargı kararları ve hukuk kurallarının statükoya uygun yorumuna, uygunluğunun denetlenmesi oluyor. Bu öğretim üyelerinin hukuk fakültesinde aldıkları hukuk eğitimi de eleştirel bakış kazanmalarına hizmet etmediğinden bir kısır döngüyle karşı karşıya kalıyoruz. Hukuku olduğu gibi kabul eden öğretim üyeleri, hukuku olduğu gibi anlatmaktan öteye gidemiyor.
Salt pozitif hukuk öğretisi eleştiriden uzaklaştırıyor
Kişisel olarak yıllardır savunduğum bir görüş var: Hemen liseyi takip eden, dört yıla sıkıştırılmış ve hukuk dersleriyle, özellikle de pozitif hukuk dersleriyle doldurulmuş bir hukuk programı ne hakiki bir üniversite öğretimi sunabilir ne de iyi bir hukukçu yetiştirebilir. Kendi aldığım hukuk öğretiminden biliyorum: Bilim, felsefe, sosyoloji, antropoloji, mantık, dilbilim, tarih veya siyaset görmeden güya hukukçu oldum. 17 yıl süren öğretim üyeliği macerasında bu eksikliği her zaman hissettim. Öğretim üyeleri de dahil olmak üzere pek çok hukuk fakültesi mezunun böyle bir eksiklik bile hissetmediğine şahit oldum. Hem hukuk öğretiminin hali pür melali hem de pozitif hukuk dediğimiz şeyin en nihayetinde iktidar elinden çıkması hukukçu öğretim üyelerinin eleştirellikten uzak tavrını açıklanabilir kılıyor ancak savunulabilir kılmıyor. Dolandırmadan, doğruca söyleyeyim; kırılan kırılsın: ‘Hukuk, dolayısıyla iktidar hakkında eleştirel tartışma üretemeyen hukukçu bilim insanı tasavvur edilemez.’
Meşru zemin “uzmanlaşma”
Hukukçu bilim insanı kendisini hukukun olduğu haliyle ve uygulandığı şekliyle sınırlandırıyor. Hal böyle olduğunda onu bir yargıçtan veya avukattan, bir hukuk danışmanından, hatta görev sınırları içerisinde tabi olduğu mevzuatı uygulamak durumunda olan herhangi bir memurdan farklı kılan hiçbir şey kalmaz. Tek mahareti, yıllarca aynı dar alan içerisinde çalışma lüksüne sahip olmaktır. Böylece hukukçu bilim insanı ‘çok’ şey bilir. Başkalarının asla bilemeyeceği şeyleri de bilebilir. Dar bir alanda çalışma lüksü, aynı zamanda hukukun başka bir alanıyla ilgili söz söylememe lüksüdür. Ne zaman kendisine hukukun başka bir dalıyla ilgili bir soru gelse, meselenin kendi uzmanlık alanında olmadığını söyler. Böyle söylediği takdirde kınanmaz, ayıplanmaz. Bunu, ‘uzmanlaşma’nın doğal sonucu sayabilirsiniz. Halbuki derin ve sarsıcı etkileri vardır. Çünkü hukukun bütün alanları için temel teşkil eden bazı alanlar vardır. Eğer o alanın dışındaki, özellikle pozitif hukuk alanlarındaki akademisyenler, temel teşkil eden alanlara ilişkin herhangi bir merak duymuyor ve bu alanlara dair bilgisizliklerini meşru görüyorlarsa bu sarsıcı etki ortaya çıkacaktır.
Hukuk öğretisi olarak felsefe
Eleştirel olmayan hukukçu iktidarın maşası gibidir. Çünkü onu iktidarı kullanan görevliden ayıran bir şey kalmamıştır. Sözgelimi, İdare Hukuku anlatıyor ise, iktidarın kendi varlığını tahkim eden kurallarını, idarenin tarafını tutan yargının kararlarını dersliklerde amfilerde anlatmakla, makalelerde kitaplarda yazmakla görevini yerine getirdiği düşünür. Halbuki eleştirel tutumun, hukukçu bilim insanı olmanın gereği, idarenin ve idari yargının bireysel özgürlükler aleyhine, anayasaya, temel hak ve özgürlüklere karşıt eylem ve kararlarını gözler önüne sermesi ve teorik temellerden yola çıkarak bu eylem ve kararları eleştirmesidir. Ceza usul hukukçusunun gözaltı süreleri, gözaltından başlayarak soruşturma ve kovuşturma aşamalarındaki insan hakları ihlalleri hakkında ağzını açmasıdır. Medeni hukukçunun kadının ailedeki yeri hakkında gelişigüzel, kahvehane sohbeti tadında değil, güçlü bir felsefi arka plana dayanarak konuşması umut edilir. En genel hukuk ilkelerini çiğneyen, anayasayı ihlal eden parlamento kararları, yasalar ve hükümet tasarrufları hakkında elbette önce Anayasa hukukçularını, ama diğer bütün hukukçu bilim insanlarını da düşünce üretirken ve tartışırken görmek isteriz. ‘Vatandaşlıktan çıkaracağız’ diye en üst perdeden tehditler savrulurken, uluslararası hukukçuların birkaç kelam etmesini bekleriz. Eğer o birkaç kelamı edemeyeceklerse, fakültelerde Vatandaşlık Hukuku dersini niye vermeye devam ettiklerini de merak ederiz.
Yukarıda, bazı alanları ayırarak konuşmuştum. Bu satırları okuyan hukukçular, hangi alanları kastettiğimi anlamışlardır muhakkak. Öncelikle İnsan Hakları çalışmalarını da içerdiği şekliyle Genel Kamu Hukuku ile Hukuk Metodolojisini de içerir şekilde Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisinden bahsediyorum. Arkasından Anayasa Hukuku ile Hukuk Tarihi geliyor. Anayasa Hukukunu ikinci sıraya koymamın nedeni daha az önemli olması değil, pozitif bir yönü olması. Şimdi biraz daha açalım. Bu dersler ne yapıyor? İktidar ve devlet analizi yapıyor. Hukukun belli bir alanını değil, bir bütün olarak toplumdaki yerini tartışıyor. Kökenini ortaya çıkarmaya çalışıp görünür olanın altındaki yapıyı ortaya çıkarıyor. Hukukun sınıfsal yönünü, sermayeyle ilişkisini, zor kullanma gücünün anlamını, cinsiyetler karşısındaki konumunu görünür hale getiriyor. Hak tartışması yürütüyor, ahlaki sorunların farkına varmamızı sağlıyor, yargı kararlarının arkasında yatan faktörleri ön plana çıkarıyor. Hukukun eşitlik, tarafsızlık ve adalet iddialarını teşrih masasına yatırıyor. Felsefi ve bilimsel yöntem tartışması yapmaya fırsat bulamasa bile, bu yöntemleri kullanarak düşünmeye davet etmesi açısından, dogmatik hukuki akıl yürütmenin zihinlerimizi iğdiş etmesi karşısında bir panzehir işlevi görüyor.
İktidarın hukuk akademisi
Bütün bunları niye anlatıyorum? 15 Temmuz sonrasında geçtiğimiz KHK ile yönetim düzeninde sadece düzenleyici işlemler değil, bireysel işlemler de yapılmaya başlandı. 100 bini aşkın kamu görevlisi KHK’lar ile kamu görevinden ihraç edildi, hem de bir daha kamu görevine dönemeyecek şekilde. İhraç edilenler arasında binlerce akademisyen de var ve bu akademisyenlerin bir kısmını kamuoyu emek ve barış mücadelelerinden tanıyor. KHKlar’da ihraç edilenlerin ihraç gerekçesi olarak ‘terör örgütlerine mensubiyet veya terör örgütleriyle irtibat veya iltisak halinde olmak’ gibi genel bir ifade dışında herhangi bir gerekçeye rastlayamıyoruz. Zira ihraç edilenlerin en azından kamuoyunun emek ve barış mücadelesinden tanıdığı isimler hakkında terörle ilişkisi çerçevesinde açılmış ne idari ne de adli bir soruşturma veya verilmiş bir karar bulunuyor. Anlaşıldığı kadarıyla sendikal faaliyetlerde bulunmak, üniversite yönetimiyle ters düşmek ve özellikle de ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız’ metninin imzacısı olmak, ihraç için yeterli bir gerekçe oluşturmuş. Bu akademisyenlerden on beşe yakını, zaten sayısı çok fazla olmayan Genel Kamu Hukuku ve Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi disiplinlerinde görev yapıyorlardı.
Bu iki alan, pozitif hukuk öğretimine hasredilmiş kısır bir hukuk öğretiminde öğrencilere ve hukuk disiplinine eleştirel bakışı sağlayabilecek yegâne mecralardır. Üstelik bu alanlardaki öğretim üyeleri, üniversitelerde verdikleri seçimlik derslerle, hukuk dışındaki disiplinlerle kurdukları ilişkilerle hukuk anlayışımızı geliştirmek üzere çok önemli bir görevi yerine getiriyorlardı. Öğrenciler için nefes alma imkânı, öğretim üyeleri için başları teoriyle derde girdiğinde sığınabilecekleri literatürü Türkçede üreten bir korunak, bazen de onları kendi dar alanlarından çıkarak hukuka daha geniş bir perspektiften bakmaları yönünde uyarıcılar olan Genel Kamu Hukuku ile Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi artık çok daha az öğretim üyesiyle yoluna devam ediyor. Öğrencilerin nefesi daralacak elbette, diğer disiplinlerdeki öğretim üyeleri daha az korunaklı hale gelecekler, onları daha az insan uyaracak.
Eleştirel hukuka KHK darbesi
Akademideki KHK kıyımından en büyük darbeyi alanların Genel Kamu Hukuku, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi ile Anayasa Hukuku alanları olması şaşırtıcı değil. Bu alanlar, aldıkları formasyon ve üstlendikleri misyon nedeniyle kuru ve kısır tartışmaları tekrarlamaktan ziyade, her hukukçunun geliştirmesi gereken eleştirel tutumu daha erken ve daha çok içselleştirmiş olan öğretim üyelerinden müteşekkil. Sanıyorum en büyük tehlike, bu alanlarda geride kalan ve bundan sonra alana katılacak öğretim üyelerinin iktidarla arasına mesafe koyamamış, kalabalıkların akışına kendine uydurmuş olmayı herhangi bir sorun olarak görmemeye başlaması. KHK kıyımı, bu gidişatın elbette mührü değil. Bugün için iktidarın kılıcının henüz dokunmadığı eleştirel pek çok hukukçu görevine devam ediyor; ama kıyım, iktidarın emrindeki bir hukuk akademisinin en ciddi habercisi.