Sosyal Haklar Derneği’nin “barış imzaları” meselesini yalnızca hukuki değil aynı zamanda “felsefi” bir bakış açısıyla değerlendirmem yönündeki ricasını ileten arkadaşıma “Yani ortaya karışık bir şeyler söyle diyorlar, öyle mi?” dedim. Bu onun yazısı…
Meselenin hukuk ayağı
Bir sosyal hak olarak barış hakkı
Jellinek’in ayrımını da kuşak haklarını da bilecek kadar hukuk okudum. Birinci kuşak olarak da bilinen klasik haklar arasında sayılan ifade özgürlüğü ile üçüncü kuşak olarak da bilinen dayanışma hakları arasında sayılan barış hakkını, ikinci kuşak olarak da bilinen sosyal haklar kapsamında ele almam cehaletten değil. Hep söyleriz, insan hakları dinamik bir karaktere, içeriğe sahiptir; kaldı ki, bu haklar birbirleriyle ilişkilidir, diye. Bu yüzyılın daha ilk çeyreği dolmadan barış hakkı da ifade özgürlüğü de en sosyal yönleriyle gelip buldular bizi.
“Bu suça ortak olmayacağız” bildirisinde barış ve ifade özgürlüğü
Bildiri şu ifade ile başlıyor: “Türkiye Cumhuriyeti; vatandaşlarını Sur’da, Silvan’da, Nusaybin’de, Cizre’de, Silopi’de ve daha pek çok yerde haftalarca süren sokağa çıkma yasakları altında fiilen açlığa ve susuzluğa mahkum etmekte, yerleşim yerlerine ancak bir savaşta kullanılacak ağır silahlarla saldırarak yaşam hakkı, özgürlük ve güvenlik hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı başta olmak üzere anayasa ve taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ile koruma altına alınmış olan hemen tüm hak ve özgürlükleri ihlal etmektedir”. Hatırlarsınız, ilk önce öğretmenler izinli sayılmışlar ve yukarıda belirtilen ilçelerden ayrılmaları yönünde uyarılmışlardı. Uzatmaya bilmem gerek var mı; barış yoksa, eğitim de, barınma da, çalışma da, sağlık da, beslenme de yok… Anılan bölgelerde yaşayan yurttaşlarımızın sosyal haklarını savunmak isteyenler için aşılması gereken eşik açık: Barış olacak.
Bildiri şu ifade ile sona eriyor: “Devletin vatandaşlarına uyguladığı şiddete hemen şimdi son vermesini talep ediyor, bu ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak sessiz kalıp bu katliamın suç ortağı olmayacağımızı beyan ediyor, bu talebimiz yerine gelene kadar siyasi partiler, meclis ve uluslararası kamuoyu nezdinde temaslarımızı durmaksızın sürdüreceğimizi taahhüt ediyoruz”. Biliyorsunuz, bu metne imza atan akademisyenlerin bir kısmı şimdiden açığa alındılar. Hemen hepsi için kendi kurumlarında disiplin soruşturmaları sürüyor, pek çoğu meslekten men cezası ile cezalandırılma tehdidi altındalar. Adli soruşturma faslı da sırada… Bir gazeteciydi yanılmıyorsam, “medeni ölüm” çağrısı yaptı. Yani yiyecek ekmek bulamayacak şekilde meslekten, toplumdan dışlansınlar; hatta sürülsünler. Zaten bazı akademisyenler görev yaptıkları kentlere, okullara giremiyor hali hazırda. Uzatmaya bilmem gerek var mı; ifade özgürlüğü yoksa, eğitim de, barınma da, çalışma da, sağlık da, beslenme de yok… Akademisyenlerin sosyal haklarını savunmak isteyenler için aşılması gereken eşik açık: İfade özgürlüğü olacak.
Ülkemiz sağ olsun
Birinci, ikinci ve üçüncü kuşak haklar arasındaki bu dümdüz hattı, bu bileşimi bize bir kez daha hatırlattığı için, bizi bir katılımlı sosyal gözlemin parçası haline getirmiş olsa da ülkemize minnettarız. Hak mücadeleleri, bir hakkın eksik uygulandığı veya hiç uygulanmadığı yerlerde verilir. Biliyorsunuz, Türkiye, birkaç diğer ülke ile birlikte Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarının gelişimine hayli katkı sunmuş bir ülke. Öyle ki, her birimiz savunmalarımızda o içtihatlardan sıkça yararlanıyoruz. Bir başka deyişle, bugünkü savunmalarımızın temelini, devletimizin geçmiş dönemlerdeki insan hakları ihlalleri oluşturuyor, ne paradoks değil mi? O içtihatların ortaya çıkması sürecinde hakları ihlal edilen ama hak mücadelelerinden vazgeçmeyenlere de müteşekkiriz.
Bu meselenin hukuk ayağı olsun.
Meselenin felsefe ayağı
Devletin ekmeğini hakkıyla yemek
Bir de şu “ekmeğini yediğin devlet” meselesi var, söylemeden edemeyeceğim. Felsefeye de oradan bağlayalım. İmzaladığımız metin Türkiye Cumhuriyeti devletini kendi anayasasına, tarafı olduğu uluslararası sözleşmelere, özetle hukuka uygun davranma- ya çağırıyor. Hukuk fakültesi öğretim üyesi olarak, sıkça insan hakları ihlalleri ile anılan ve maalesef çok sayıda mahkumiyeti bulunan devleti, hukuka, evrensel insan hakları değerlerine uygun davranmaya çağırmak benim ve diğer arkadaşlarım için bir tercih değil, görev ve zorunluluk…
Linç kampanyaları esnasında sıkça ve son derece yakışıksız olarak dile getirildiği şekliyle ifade edecek olursak, “devletin ekmeğini” tam da bu görevi yerine getirmek üzere yiyoruz. Eğer bu görevimizi ihmal edecek, devletin gerek kendi hukukunu gerekse evrensel insan hakları değerlerini ihlal edilmesine göz yumacak olsa idik, mesleğimize, ülkemize ve halkımıza -sevdiğim de bir kavram değil ama ihanet etmiş olurduk. Bu minvalde, akademisyenlerin tarafsız veya devletten yana taraf olmak gibi bir yükümlülükleri yoktur. Daha doğru ifade edecek olursak; akademi devlet karşısında “bağımsız”, toplumdan yana ise “taraf”tır. Anayasada da düzenlenmiş bulunan üniversite özerkliği dediğimiz husus bunu ifade etmektedir. Özellikle sosyal bilimler alanında ise, neyin halkın yararına ve çıkarına olduğu konusunda elimizde bir ölçüt yoktur. İşte tam da bunun için geniş bir kanaat, vicdan, düşünce ve ifade özgürlüğüne ihtiyaç duyarız.
Etik değil ontoloji
Bu çerçevede, akademisyenlerin -ve özellikle hukukçuların- bu görev karşısındaki duruşlarını bir “etik” meseleye indirgenmesini doğru bulmuyorum. Malum, etik, felsefenin üç temel alanından biri; diğer ikisi epistemoloji ve ontoloji. Eğer bu meseleyi felsefenin alanlarından biri içerisinde tartışmamız gerekiyorsa benim tercihim etik değil, ontoloji olurdu. Bugün itibariyle akademinin içerisinde bulunduğu durum, farklı argümantasyon araçları ile farklı içeriklerde gerekçelendirilebilecek bir etik problem değildir. Karşı karşıya olduğumuz, bir varlık-yokluk problemi, ontolojik bir problemdir. Tıpkı, sosyal hakların, insanlık için etik değil, ontolojik bir problem olması gibi… Tıpkı, barış hakkının insanlar için ontolojik bir problem olması gibi; hak ihlallerini dile getirme özgürlüğü, akademi için ontolojik bir problemdir. Dolayısıyla bu üç kuşak hak arasında yalnızca hukuki değil, aynı zamanda felsefi anlamda da dümdüz bir hat bulunuyor.
Konserve açacağı olarak hukuk
Bitirirken meseleyi “konserve açacağı olarak hukuk”a getireyim: İlk konserve gıda patenti 1810 yılında alınmış. Oysa ilk konserve açacağı 1870 tarihli ve kullanımı hayli zor… Bildiğimiz anlamda konserve açacağı 1920’lerde piyasaya çıkmış. Konserve açacağı olmadan bu insanlar konserveleri nasıl açıyorlarmış diye düşündünüz mü? Ben düşünmedim, herhalde bir yol bulmuşlardır. Bu bize “hukukun zorunlu” olup olmadığını hatırlatsın. Konserve malum, gıdanın özel bir teknikle bozulmadan muhafaza edilmesi… İhtiyaç duyduğunuzda yemeğe ulaşmak için ise bu “muhafazakarlığa” bir açacak vasıtasıyla son vermek gerekiyor. Bu bize “hukukun toplumsal değişim için bir araç” olup olamayacağını hatırlatsın. Nihayet; aradım taradım, konserve açacağı için kullanılan özel bir sözcük bulamadım. İsmiyle müsemma derler ya, bu “aparatçık”1, üzerinde hiç düşünülmeden doğal bir edayla alıvermiş gibi ismini. Bu da bize toplumsal bir meseleyi “hukuki olarak nitelendirirken” büyük büyük laflar etmemize gerek olup olmadığını hatırlatsın.
1 Dikkatli okur buradan bir reel sosyalizm eleştirisi bile çıkarır. Ama mesele o değil…