‘Demokrasilerde halkın talebi bir kenara konulamaz. Bu, sizlerin bir hakkıdır. Bu hakkın özellikle anayasal olarak gerekli olan mercilerde değerlendirmesi yapılır ve kararı verilir.’
Bu sözler 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden iki gün sonra, demokrasi kutlamaları tüm yurtta olanca coşkunluğuyla gerçekleştirildiği esnada bazı yurttaşların ‘idam isteriz!’ haykırışlarına cevaben, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından söylendi.
Bu cümleden yola çıkınca, ‘demokrasi’ kavramının Erdoğan’ın politik bilincinde bir tür kavram kargaşasına kurban giderek ‘çoğunluğun tiranlığı’nda somutlaştığı anlaşılıyor. Demokrasi, halkların ‘kendine yakışanı giymesi’ midir? Bu elbette ayrı bir tartışmanın konusu. Ancak şimdilik şu kadarını söyleyebiliriz, evet bazen halkın talebi bir kenara konulabilir. Özellikle de temel insan haklarını ihlal eden talepler söz konusuysa.
İdam cezası, Türkiye’de 1920-1984 yılları arasında fiilen uygulanmış, 2002 yılına kadar ise yasal dayanaklarını korumuştur. 2004 yılında gerçekleştirilen anayasa değişikliği ile anayasanın 38. Maddesine ‘Ölüm cezası ve genel müsadere cezası verilemez’ hükmü eklenmiş, böylece idam cezası hukuken de imkansızlaşarak bireyin ‘her şeye rağmen’ yaşama hakkı anayasal güvence altına alınmıştır.
Hainler Mezarlığından, İdam Cezasına – Devlet İntikam Alamaz!
Bilindiği gibi çağdaş ceza hukukunun temelinde, insan hakları vardır. Çağdaş ceza hukuku, ‘silahlı çatışma’ koşullarında dahi insancıl hukuk olmalıdır. İşlenen suçların yaptırımı olarak öngörülen cezalar, bir devletin korumakla yükümlü olduğu bireylere bakış açısını gözler önüne serer. Aynı şekilde devlet, cezalandırma düzeniyle toplumu şekillendirir, yönlendirir. ‘Olağanüstü koşullarda’, devletin olağanüstü refleksleri daha da belirginleşir. Toplumda infial yaratan suçların ardından ilkel cezalandırma yöntemlerinin (idam, hadım etme vb.) konuşulur olması tesadüf değildir. Devlet ve toplum bu öfke krizleri ile birbirini sürekli olarak beslemektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözüne geri dönecek olursak, toplum intikam duyguları güdebilir, düşmanını alaşağı etmek isteyebilir ve buna ilişkin taleplerde bulunabilir. Ancak ‘hukuk devleti’ olmak iddiasındaki bir yapı açısından elbette bunun bir sınırı olmalıdır. Bu sınır, temel insan hakları ve evrensel hukuk ilkeleridir. Zira devlet, bireye düşman olamaz. Devlet yargı sistemi aracılığıyla adalet dağıtır, intikam alamaz.
16 Temmuz sabahı itibariyle Türkiye’nin kör topal ilerleyen demokrasisi, daha da körleşerek intikamcı bir yeni düzleme geçmiştir. ‘Toplum’ tarafından kafaları kesilerek cezalandırılan ‘suçlular’, devlet tarafından hainler mezarlığına gömülmüştür. 21.07.2016 tarihinde OHAL ilan edilmesi ile, önceden anayasada öngörülmüş şekilde ve anayasal denetim altında ‘olağanüstüleşmesi’ gereken hukuk düzeni, bütünüyle askıya alınmıştır. Böyle bir ortamda idam cezasının tartışılması dahi, geriye dönülemez hasarlara yol açabilecek bir tehlike barındırmaktadır.
Bir Fiil Ne Kadar Çok Cezalandırılırsa O Kadar Az İşlenmez
İdam cezası savunucularının en önemli dayanaklarından birisi, bu cezanın caydırıcı etkisine olan inançlarıdır. Oysa sanılanın aksine, idam cezasının suç oranlarını önemli ölçüde azaltabilecek bir caydırıcı etkisi bulunmamaktadır. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde nüfus oranlarına göre karşılaştırma yapıldığında, kasten öldürme suçunun idam cezası uygulanmayan eyaletlerde idam cezası uygulanan eyaletlere göre daha az işlendiği ortaya konulmuştur. Bu oran, 2011 yılında %18, 2012 yılında %21, 2013 yılında %22 ve 2014 yılında %28 olarak kaydedilmiştir.[2] Bu durumda ölüm cezasının, müebbet hapis cezasından daha etkili bir ceza olmadığı ortadadır.
Ötesi, idam cezası yalnızca suçların önlenmesinde etkin bir yol olmamasının yanında, politik ve toplumsal travmaları da derinleştirmektedir. Bu durum, 16 ve 17 Eylül tarihlerinde idam edilen Hasan Polatkan, Fatin Rüştü Zorlu ve Adnan Menderes’in politik mirasını üstlenme iddiasındaki Süleyman Demirel’in, 6 Mayıs 1972 tarihinde idam edilen Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve Deniz Gezmiş için ‘üç bizden, üç onlardan’ diyebilmesinde ifadesini bulmaktadır.
Öte yandan, Türkiye’nin de imzaladığı Avrupa İnsan Hakları ve Temel Özgürlükleri Sözleşmesi’ne Ek 6 No’lu protokol ile savaş ya da yakın bir savaş tehdidi dışında ve 13 No’lu Protokol ile her koşulda mutlak biçimde idam cezası yasaklanmıştır. Bu durumda, idam cezasının yalnızca anayasa değişikliği yapılarak geri getirilebilmesi mümkün değildir. İdam cezasının geri getirilmesi, aynı zamanda Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi düzenini de terk etmesi anlamına gelmektedir.
İdam cezasının geri dönüşü yoktur. İdama mahkum olan ve cezası infaz edilen kişinin suçsuz olduğunun ortaya çıkması, kamu vicdanı ve hukuk devleti açısından kabul edilemez nitelikte olacaktır. Unutulmamalıdır ki yargılama faaliyeti de insan eliyle gerçekleştirilir ve maddi gerçek her zaman yargılama esnasında ortaya çıkamayabilir.
Halit Çelenk, idam cezasının intikamcı ve ceza hukukundan uzak niteliğini Hukuksuz Demokrasi’sinde şu şekilde açıklamaktadır;
“Öte yandan adam öldürme ilkel bir eylemdir. Bununla beraber kişinin bunu tehevvürle ya da başka etkenlerle yapması olasıdır. Ama devlet bunu yapamaz. Adam öldürme (idam), devlet kavramı ile bağdaşamaz. Kaldı ki suç ile ceza arasında var olması gereken orantı da ölüm cezasında yoktur. Bu ceza, orantısız bir cezadır. Gerçekte, ölüm cezası bir “ceza” da değildir. Devlet eliyle insan öldürmeye “ceza” adı verilmesi akıldışı bir tutumdur. Bu konuda Victor Hugo, “Suç, vicdan azabı ile ödenir, balta ya da yağlı kementle değil” demektedir.
Temelde ölüm cezası, kana kan isteme gibi ilkel bir hukuk anlayışından kaynaklanır.”[3]
[1] İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, m.3
[2] www.deathpenaltyinfo.org: Deterrence: States Without the Death Penalty Have Had Consistently Lower Murder Rates
[3] Halit Çelenk, Hukuksuz Demokrasi, s.44