Kent siyasetinin bir aracı veya parçası olarak da niteleyebileceğimiz yerel seçimler, merkez siyasete oldukça fazla etki etmesi sebebiyle de gündemi büyük ölçüde kaplamış durumda. Yurttaşların asıl sorunlarının ve taleplerinin başka gündemlere tercih edildiği bu yoğunluk içinde kamuculuktan, kamu hizmetinden, afetlere hazırlıktan, kent siyasetinden, belediyelerdeki personel rejiminden, sosyal yardımlardan ve bunların yerel yönetimler ile ilişkisinden konuşmanın gerekliliği tam ortamızda duruyor. ‘Sosyal Belediyecilik’ üst başlığındaki söyleşilerimizle tüm bu başlıkları konuşmayı, tartışmayı amaçlıyoruz.
Siyaset Bilimci Prof. Dr. Tarık Şengül ile bu söyleşilerin ikincisinde; Kent Siyaseti ve Yerel Yönetimleri konuştuk.
Yerel yönetim seçimlerine kısa bir süre kaldı, tabii gündem büyük oranda bundan ibaret. Yerel yönetim seçimleriyle kent siyasetinin ilişkisini sormak isterim. Yerel yönetimler veya yerel yönetim seçimleri kent siyasetinin ne kadarıdır, neresindedir? Tamamen yerel seçimlerden veya yerel yönetimlerden mi ibarettir kent siyaseti?
Siyaseti iktidar mücadeleleri etrafında tanımlayabiliriz. Bu mücadele, kimi durumda kaynaklardan pay almaya yani bölüşüme, kimi durumda bir kimliğin tanınmasına, kimi durumda da temsil noktalarında olabilmeye yönelik talepler etrafında gerçekleşir. Dolayısıyla siyaseti, toplumsal alandan 3 ana aks üzerinden etki yaratma ve talep etme mücadeleleri olarak tanımlayabiliriz. Bu mücadeleler sonucunda toplumsal olan siyasal olana evrilmiş olur.
Kent siyasetini bu çerçevede tanımlamamız gerekse bu durumda üç boyut öne çıkar. Birinci alan kentsel kaynaklardan (örneğin ulaşım hizmetlerinden, parklardan, kütüphanelerden ve hatta kent lokantalarından) adil biçimde yararlanmaya/pay almaya yönelik mücadele ve talepler etrafında belirlenir. İkinci alan, kimlik ve aidiyetlerimizin örneğin kadın, engelli, yaşlı ya da LBGTİ bireyi olarak kentin asli unsuru olarak tanınmasına yönelik taleplerimiz etrafında tanımlanır. Üçüncü alan sadece tanınma talebiyle yetinmediğimiz aynı zamanda bu tür ya da farklı kimliklerimizle karar alma noktalarında olmaya yönelik talep ve mücadeleleri yükselttiğimiz noktada ortaya çıkar. Belediye meclisinde üye olmak, ya da mahalle komitesinde yer almak veya bir toplum merkezinin karar alma organlarında yer almak isteyebiliriz. Örneğin yerel yönetimlerde kadın temsiliyetinin siyasi konumlar yanında bürokrasi içinde de adil biçimde sağlanmasını talep edebiliriz. En pasif kaldığımız durumlarda bile danışma mekanizmalarının işletilmesi bir kriter haline gelebilir.
Bu temel tespitten sonra iki noktaya dikkat çekmekte yarar var. Birincisi, siyasal mücadeleler aracılığıyla yaşama müdahil olma ve müdahale etmenin tek bir kanalı seçim mekanizması değildir. İkinci olarak da kent siyaseti yerel yönetimler alanın ötesinde boyutlara sahiptir.
Toplumun geniş kesimleri açısından sandık, siyasal alanda bizleri temsil edecek olanları belirlemenin en meşru ve etkili sayılan aracı olarak tanımlanır. Özellikle seçim dönemlerinde siyasal partilerin topluma yüzünü dönmesi ve duyarlı hale gelmesi bu tespiti destekleyici niteliktedir. Ancak seçimler ve seçtiklerimiz üzerinden temsiliyet, siyaset yapmanın ve siyasi temsilin tek mekanizma değil; başka mekanizmalar da var. Örneğin kentsel sosyal hareketler ve protestolar da önemli bir temsil kanalı oluşturuyor. Aralarındaki fark, seçim mekanizması kurumsal siyasal sistemin merkezinde yer alırken, kentsel protesto ve hareketlerin sistemin çeperinde ve hatta dışında yer almasıdır. Beğenelim beğenmeyelim patronaj ilişkileri de çoğu durumda güçlü olanla güçsüz olan arasında asimetrik bir mübadeleyi içeren (siyasi destek karşılığı-kömür/yiyecek yardımı vb) bir temsil biçimidir. Örgütlü çıkarların oluşturduğu korporatist temsil biçimleri de ayrıca not edilmeli. Birçok siyaset bilimci saymıyor ama ben popülizmin de (kitlelerin liderin bedeninde eridiği) bir temsil biçimi olduğu kanısındayım. Kısaca özetlemek gerekirse, bu mekanizmaların her biri çok farklı mantı ve işleyişlerin üzerinden, kaynaklardan pay alma, tanınma ve temsil olanakları sağmaktadır.
Diğer yandan sorunuza dönecek olursak; yerel yönetimler/kent yönetimler etrafında örüntülenen siyasal süreçler kent siyasetinin bütününü kapsamaz. Çok küçük bir örnek, örneğin bugün Fikirtepe’de mağduriyet yaşayan hak sahiplerinin protesto ve taleplerinin merkezinde belediyelerden çok Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, TOKi, inşaat firmaları var. Kanal İstanbul konusunda İBB, merkezi yönetimin tam karşısında duruyor. Dolayısıyla yerel yönetim siyaseti bütün önemine karşın kent siyasetinin tanımladığı alanı tümüyle kapsayan bir yetki ve güce sahip değil. Ancak belediyelerin ötesine geçen başka boyutlar da var. Örneğin kentlerde mültecilere karşı biriken öfke ve tepkiler yerel yönetimleri ilgilendirip, Bolu örneğinde olduğu gibi bizzat belediye başkanı tarafından teşvik edilse de belediyelerin ötesinde boyutlara sahip bir kentsel mesele haline gelmiş bulunuyor. Örnekleri artırabilirim.
Türkiye’de seçimler önemlidir. Ancak son dönemde seçimlerin değişim getireceğine yönelik inanç azalmış gibi görünüyor. Yerel seçimler de bu hoşnutsuzluktan payını alıyor mu?
Bu iki tespit de doğru! Ortada paradoksal bir durum var. Evet seçimler hala çok önemli ama aynı zamanda da sandık ve sandığın değişim yarattığına yönelik inançta da bir zayıflama var. Çünkü toplumun geniş bir kesimi o mekanizmanın çok çeşitli nedenlerle iyi çalışmadığını düşünüyor ve bu sebeple de bir hayal kırıklığı yaşıyor. Birincisi, seçimlerin adil gerçekleşmediğine, oyların sağlıklı sayılmadığına yönelik geniş bir kuşku oluştu. Sandıkta oylar nasıl sayılıyor tartışmalı ama devlet televizyonlarının kullanımındaki eşitsizlik yenilir yutulur cinsten değil. Ama seçmen aynı zamanda muhalif partilerin kendisinin de bu alanı iyi kullanamadığını, kendisini iyi temsil etmediğini düşünüyor. Dolayısıyla sorunuzu şöyle yanıtlayayım, evet; seçimler, oy kullanma gibi mekanizmalar tek mekanizma değil, başka mekanizmalar da var ama içinde yaşadığımız dönemde o mekanizmaların etkili olamadığı bir durumla karşı karşıyayız. Öte yandan seçim/sandık dışındaki siyaset ve temsil mekanizmalarının da ciddi sıkıntılarla karşı karşıya olduğuna işaret etmek gerekiyor. Gezi gibi protesto temelli bir siyasal temsil biçiminin sonrasında sürdürülebilirliği yanında katılanlara ya da temsilcilerine çıkarılan faturanın da caydırıcı bir etkisi olduğu tartışmasız. Dolayısıyla elde hala sandık bütün aksamalarına rağmen bir araç var. Ancak aynı zamanda bir güven ve inanç kaybı da söz konusu. Burada özellikle muhalefetin temsil kabiliyetinden kaynaklı ciddi bir krizin yaşandığını da ayrıca belirtelim.
Yalnızca iktidarın tıkaması değil muhalefetin de bunu iyi değerlendiremediğini düşünüyor seçmen, dediniz. Bunların da zaten birbirini besleyen şeyler olduğunu söyleyebiliriz sanırım. Yani iktidar tıkayabildiği için tıkıyor, nitelikli bir muhalefet gösterilmediği ölçüde iktidar tıkayabiliyor, iktidar tıkadıkça muhalefet daha da bocalıyor. Böyle bir döngünün içindeyiz diyebilir miyiz?
Sadece Türkiye’ye yönelik olarak değil uzun bir süredir batılı demokrasiler denen yerlerde de yani gelişmiş ülkelerde de sandığa gitme, oy verme oranlarında ciddi bir düşüş var. Buna ‘temsili demokrasinin krizi’ deniliyor. Bu resmin dışında değiliz ama Türkiye’de seçmen tam da bu örneklerin tersine uzun süre sandığa bir sadakat gösterdi. Bunda oy vermenin zorunluluğu gibi mekanizmaların da etkili olduğu söylenebilir ama bütün bunların ötesinde Türkiye’de oy vermek önemli bir meseleydi. Şimdi son dönemde gördüğümüz bütün o kutuplaşmaya, tek parti iktidarının bunca ağırlığına rağmen seçmenin dikkate değer bir bölümü sandığa olan inancını yitirmeye başladı. Bu demokrasi açısından çok tehlikeli bir durum. Çünkü biraz önce söz ettiğim temsil mekanizmalarının önünde zaten çok ciddi engeller var. Gezi’de, meslek odalarına Anayasa’da tanımlanmış sorumlulukların bir parçası olarak çeşitli biçimlerde rol alan meslek insanları bugün demir parmaklıkların ardındalar. Bu, toplumun geniş bir kesimine protesto vesaire gibi demokratik mekanizmaları kullanmamaları yönünde yaptırım içeren bir mesaj anlamına geliyor. Protesto gibi bir hakkı kullanmanın bile bedelinin olduğu bir ortamda sandık, seçme seçilme hakkı gibi öğeler çok kritik ve önemli görünüyor. Ama sandığa olan güven ve buradan sonuç alınabileceğine yönelik inanç tam da bu sırada tarihi bir dip noktayı da yaşıyor. Dolayısıyla bir kriz yaşıyoruz ve bu kriz iktidardan çok muhalefetin krizi gibi görünüyor. Çünkü iktidar, kendi iktidarını sürdürebildiği ölçüde sandığı kendi açısından iyi bir araç olarak kullandı geçtiğimiz dönemde. Bugün ise test edilen yer sandığın değişim getirip getiremeyeceği meselesi. Onu getirmediği ve getiremediği ölçüde de sandığın bir alternatif olduğuna yönelik inanç giderek azalıyor ve burada ben iktidar partisinin bu duruma gülümseyerek baktığını, bu durumdan asıl zarar görenin muhalif partiler olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar bu sorunun en önemli muhatabı ana muhalefet partisi olan CHP olarak görünse de bunun DEM Parti ya da sosyalist partiler açısından da geçerli bir kriz olduğunu da belirtmek gerekir. 2019 yerel seçimlerini bir yana bırakırsak orada zaten seçmende bir acaba vardı ve bir sonraki Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçiminde tekrar eski hikâyeye dönünce toplum gerçekten bu kez çok büyük hayal kırıklığıyla hem sandığa hem de muhalefet partilerine yönelik bir güven sorunu yaşamaya başladı. Bu sorun için dediğim gibi ana muhalefet partisi CHP ana muhatap ama İyi Parti de dâhil olmak üzere geniş bir muhalif kanat bu sorunun içine çekildiler ve sandıkla birlikte onlar da sorgulanıyorlar. Dolayısıyla önümüzdeki yerel seçim o açıdan çok önemli bir turnusol olacak. Çünkü burada var olan belediyelerin de korunamaması gibi bir netice çıkar ise ondan sonra muhalif partiler için tarihi bir kriz yaşanır diye düşünüyorum temsil, mekanizmalar ve sandık açısından. Bu çerçevede İstanbul diğer örneklerden ayrılan bir örnek olarak önemli bir mücadele alanına dönüştü. Ekrem İmamoğlu’nun performansı diğer yerlerden ve CHP’nin genel performansından önemli ölçüde ayrışmış görünüyor. Onun için önümüzdeki bu yerel seçimler bir yerel seçimden fazla bir anlam içeriyor, onu açıkça söyleyeyim. Bu bir demokrasinin test edildiği demokrasiden, demokratik mekanizmalardan, sandıktan bir sonuç alınıp anlamadığına yönelik bir seçim olacak.
Önümüzdeki yerel seçimlere özel olarak yurttaşların sorunların ve taleplerinin, adayların propagandalarında ne kadar yer bulduğunu düşünüyorsunuz? Arkadaki ilişkiye dair gözleminiz nedir?
Bu soru siyasal krizin önemli boyutlarından birine işaret ediyor. Seçmen dediğimiz toplumsal tabanla o tabanı temsil etme iddiasındaki siyasi partiler arasındaki ilişkinin son derece kopuk ve sağlıksız hale bir geldiği bir dönemdeyiz. Türkiye’de bu hep sorunlu bir ilişkiydi, o bakımdan toplum ne derece gerçekten siyasi partilerde temsil olanağı buluyor bence önemli bir soru. Ama bu içinde yaşadığımız dönemde, alınan olumsuz sonuçların da etkisiyle siyasi partilerle demokratik mekanizmalar arasındaki bağlantı da koptu. Örneğin CHP, baktığınız zaman şöyle bir durum görüyoruz, son kurultaylarındaki değişimle bir önceki seçimi götüren genel merkezin belediyelerdeki yakın isimleri önemli ölçüde görev noktalarından uzaklaştı. Kurultayla bir değişim mesajı verilmişti, bu değişim mesajının da en öne çıkan bölümlerinden biri de adayların belirlenmesi süreçleriydi. Bu yönüyle baktığımızda değişim sonrası için verilen o sözün tutulabildiğinden emin değilim. Ön seçimle veya başka biçimlerde, topluma etkili biçimde adayların sorulmasından başlayan bir ilişki kurulma düzleminden söz ediyorum. O ilişkinin değişim sonrasında da sağlıklı bir noktaya getirildiği kanaatinde değilim. Mesela sembolik hale geldiği için söylüyorum, Hatay Büyükşehir Belediye Başkanı, koca bir deprem meselesindeki görünür bütün sorumluluğuna karşı Hatay başta olmak üzere ama tüm Türkiye kamuoyunun geniş tepkilerine rağmen bir kez daha aday gösterildi. Sonra olay mahallinde tepkiler devam edince bir daha bakıldı ama aşılamadı bu sorun ve aynı aday kaldı. Geldiğimiz noktada o adayı getirenlerin kendisinin de mutlu olduğu kanaatinde değilim ama Hatay’da ve hatta Türkiye genelinde bu derece tepki görmüş bir adayın hala orada tutuluyor olması tam da sizin sorunuzdaki meseleye bir yanıt. Yani yurttaşlar ne kadar temsil edilebiliyor, ne kadar gerçekten kendilerini hem vaatlerde hem adaylarda bulabiliyorlar meselesine dair ortada çok problemli bir durum var. Adaylarla ilgili hoşnutsuzluğu Hatay’la örnekledim ama birçok başka kentte de adaylara yönelik kaygılar var. Nihai olarak toplum ve özellikle muhalif seçmen siyasi partilere yeterince etkide bulunamadığını düşünüyor. Bu duruma bir de seçimlerde yaşanan başarısızlık eklenince kriz daha da büyük bir inançsızlığa dönüşüyor.
Bir diğer örneği de yapılan ittifak görüşmeleri, müzakerelerden verebiliriz. Onlar da kapalı kapılar arkasında yapılıyor, mesela CHP ile DEM Parti arasında ne tür bir müzakere yapıldı. Seçmen olarak tam bilmiyoruz. Bir önceki Cumhurbaşkanlığı seçiminde marjinal bir partiye içişleri bakanlığının verildiğini sonradan öğrendik. Partinin karar alma organları da bizlerle birlikte öğrendi. Toplum, bu sürece ve sonuçlarına dair yeterince bilgi sahibi değil. Mutlaka bir yerlerde bir şeyler görüşülüyor ama Türkiye’yi demokrasi, saydamlık, açıklık, hesap verebilirlik açısından değiştirme sözü veren muhalif partilerin müzakere etme biçimi bu şekilde olmamalı diye düşündürüyor. Dolayısıyla ortada karmaşık bir durum var ve bu iktidarın eline oynuyor. Bu tür bir siyaset tarzı, iktidarın siyaset tarzı ve onu benimsediğiniz ölçüde aslında siyaseti, iktidara ciro ediyorsunuz ve orada bir kazanca dönüşüyor. Muhalefetin en yaygın eleştirileri, argümanları neler? ‘Tek adam yönetimi’, ‘kapalı kapılar ardında karar alıyorlar’ vesaire. İşte siz de benzer işleri yapmaya başladığınız zaman onu çok daha iyi yapanlara dönüyor toplum. Mevcut iktidar bunları çok iyi yapıyor ve Hatay sürecinde de gördüğümüz gibi muhalefet de çok beceriksiz bu konuda.
İlk sorunuza yanıt verirken 3 düzeyden bahsetmiştim. Bölüşüm, tanınma ve temsil olarak tanımladığım bu üç aks etrafında henüz muhalefetin iç rahatlatıcı bir biçimde kendi seçmenine yönelik bir performans ortaya koyabildiğinden emin değilim. İstanbul bu açıdan ilginç ve diğer örneklerden ayrılıyor. İstanbul’u ve Ekrem İmamoğlu’nu ayrıştıran nedenleri bu üç boyut üzerinden tespit edebiliriz. Birincisi, bölüşüm açısından İstanbul iktidarın dayattığı modelden ayrıştığının altını çiziyor. Kent lokantaları refah devleti odaklı yerel yönetim anlayışının sembolü haline geldi. Gayri menkulcü belediyeciliğe konulan mesafenin sembolü ise Kanal İstanbul’a karşı alınan tavır. İstanbul, Bolu, Afyon, Aydın gibi yerlerin tersine Kürt seçmenlere ve DEM’e yönelik siyasetinde de daha farklı ve pozitif bir tutum takınarak kendini ayrıştırdı. Tanınma/tanıma açısından bu önemli bir fark kanımca. En zayıf görünen boyut temsil noktasında çıktı. Ön seçim türü mekanizmalar İstanbul’da da kullanılmadı. Ancak bu zayıf noktayı da İmamoğlu etrafında oluşan alternatif güçlü lider algısı şimdilik örtmüş oldu. Dolayısıyla bir bütün olarak ele alındığında yerel seçimler açısından hemen tüm kesimler İstanbul’a bakıyor.
Siz de biraz bahsettiniz az önce, Türkiye’de siyaset ağırlıklı olarak maalesef isimler üzerinden konuşuluyor ancak bu seçimlerden önce bunun dozunun kaçtığını söylemek yanlış olmaz sanırım. Buna katılır mısınız? Katılıyorsanız, bunun kent siyasetine etkisini nasıl değerlendirirsiniz ve bu durumun seçim sonrasına etkisine dair öngörünüz nedir?
Türkiye’de isimlerin öne çıkmadığı bir seçim ve karşı karşıya geliş hatırlamıyorum. Türkiye siyasetinde isimler her zaman önemli olmuştur. Zaman zaman o isimler bir liderden öte kadro meselesi olarak da önemli hale gelmiştir ama şunu hatırlayalım gerçekten bir popülizm çağında yaşıyoruz. Popülizmin en önemli özelliklerinden biri lidere yapılan vurgudur. Çünkü bir lider söz veriyor, başa bela olanlardan sizi kurtarma sözü veriyor. Çok temel birtakım talepler etrafında, “bana güvenin, ben sizi düzlüğe çıkartacağım” diyor. Bu durum hem ulusal hem de yerel siyaset açısından hep geçerliydi ama başkanlık sistemi ile daha da vurgulu hale geldi. Yerel yönetimler açısından da büyükşehirler modeli popülist siyaset ve güçlü belediye başkanlarına daha da verimli bir zemin hazırladı. Dolayısıyla aslında yerel yönetimler düzeyinde de başkanlık sisteminin yerel bir uygulaması söz konusu. Özellikle İstanbul ama benzer biçimde Ankara, İzmir gibi yerlerde de günün sonunda belediye başkanlıklarına kim aday gösterilecek diye bakıyoruz. Mesela belediye meclislerini kimse bu kadar da merak etmiyor. O mevkilere kimin getirildiğinden çok getirenlerin kim olduğu üzerine bir tartışma yapılıyor. Bunun sonucunda da başkan, başkanın adamları vesaire gibi bir tartışmanın içinde kalıyoruz.
Tabii bunun kendisi bir ikilem yaratıyor. Şöyle ki; geçtiğimiz en az on yıla dönüp bir bakın, Erdoğan’a yönelen bir tek adam suçlaması ve neredeyse Türkiye’nin karşı karşıya olduğu bütün sorunların Erdoğan’a bağlanması üzerinden işleyen bir muhalif siyaset görüyoruz. Eğer siz siyaseti bu biçimde yürütüyorsanız, gidip de aynı biçimde bir başkanlık mantığıyla güçlü liderle, ağırlıklı olarak liderlerin isimlerinin konuşulduğu kadrolarının çok da dikkate alınmadığı bir siyaseti takip ediyorsanız maça bir sıfır yenik çıkıyorsunuz. Çünkü günün sonunda, sizin ürettiğiniz muhalefet siyasetinin, iktidarın siyasetinden çok farklı olmadığı şeklinde bir görüntü çıkıyor ortaya. Bunun alternatifinin kolay olmadığını da düşünüyorum bir yandan. Yani bu tek adamlık, kişilere bağlı, güçlü lider kurgusundan öte bir siyaset kurgulayabilmenin, siyasetin genel işleyişi nedeniyle çok kolay değil. Ama zaten mevcut iktidar ve onun anlayışını aşacaksak o zor işi başarmanız lazım. Onu başaramadığınız zaman siz de daha iyi başkanlarla, daha iyi tek adamlarla gelmeye sıkışmış kısır siyasetlere hapsolma problemiyle karşı karşıya kalıyorsunuz. E bu tabii meseleyi “kim Erdoğan’dan daha iyi” meselesine dönüştürüyor. Oysa sorunumuz kim Erdoğan’dan daha iyi değil. “Hangi siyasal rejim bugünkü siyasal rejimden daha üstün ve daha demokratik bir yapı kurabilir ve bunu kimler tesis edebilir?” tartışmasının içinde olmamız lazım. Onu tartışamıyoruz ve büyük ölçüde bir tek adama dayanan bu işleyiş kabul edilmiş durumda ve biz Erdoğan’dan daha iyisini bulmak derdindeyiz. Şimdi yerel seçime de aynı gözle bakıyoruz, bu belediye başkanlığında hangisi daha iyi olabilirdi? Burada bir çıkmaz üretiliyor ve bunun tek başına bir aday, tek başına bir belediye başkanı tarafından aşılabileceğini düşünmüyorum. Çünkü çok güçlü bir dalga bu. Dolayısıyla bugün geldiğimiz noktada aslında var olan AKP paradigmasının içinde bir siyaset anlayışının bütün seçim sürecini iktidarıyla muhalefetiyle belirlediği bir durumla karşı karşıyayız. Bu çerçevede en iyi ihtimalle iki aşamalı bir beklenti söz konusu. Önce örneğin aynı tek lider anlayışını benimseyerek güçlü bir lider çıkaracağız. Örneğin Ekrem İmamoğlu’na yönelen beklenti bugün bu yönde İstanbul’u almasını ve Erdoğan’ın bir aşamada alternatifi olmasını bekliyoruz. Sonra bu güçlü liderin partisini ve Türkiye’yi beklentilerimize uygun biçimde dönüştürmesini umuyoruz. Birincisinin akıbetini yakın zamanda o göreceğiz; ikinci aşama yani demokratikleşme programı geleceğe yönelik liderden bir beklenti olarak geleceği ertelenmiş bir umut olarak orada durmaya devam edecek. Hatırlayalım ve unutmayalım; AKP yaklaşık çeyrek asır önce yerelleşme, demokratikleşme sözleri ve projeleriyle iktidara geldi. Bugün Türkiye’yi getirdikleri yer aslında kendileri açısından da trajik bir duruma işaret etmiyor mu? O nedenle değişim sözü verenlerin önümüzdeki kaygan zemini iyi okumaları ve kurgulamaları gerekir.
Başlığımız kent siyaseti ancak siz aynı zamanda bir şehir plancısısınız bu sebeple kent siyasetinin özel bir bölümüne, barınma krizine dair de bir soru sormak isterim. Barınma krizine var bir konut krizi var kentlerde. Yerel yönetimlerin konut politikaları bu krize ne derece etki edebilir sizce?
Konut meselesi, diğer bütün kentsel sorunların önüne geçti son dönemde. Öyle bir hale geldi ki örneğin İstanbul’da orta sınıfın yeni üyeleri olan üniversite mezunları da dâhil olmak üzere bu sorunun muhatabı haline geldiler. Mesela Ankara’da üniversite bitiren gençler İstanbul’a gitmek istemiyorlar artık eskiden tam tersi bir durum vardı, okul biter İstanbul’a giderlerdi ancak şimdi öyle olmuyor çünkü aldıkları maaşlarla İstanbul’da yaşayabilmeleri mümkün değil. Özellikle enformel sektörde çalışan bir otelde, bir restoranda, bir sitede çalışan hizmet sektörünün daha alt kademelerindeki kişilerin hanelerini düşünmek bile istemiyorum. Çünkü mevcuttaki ücretlerle İstanbul’da kendini yeniden üretebilme ve bunun en önemli aracı olarak da ister kiracı ister ev sahibi biçimde olsun, konut sahibi olabilme gibi şeylerin artık neredeyse bir hayal hatta imkânsız olduğu çok açık. Bu sebeple de tabii deprem riskinin de etkisiyle bütün çekiciliğine karşın İstanbul’un nüfusunda düşüş var. Çünkü burada devasa bir sorunla karşı karşıyayız. Diğer yandan İstanbul için milyonla ölçülebilecek konutun yıkılıp yeniden yapılması lazım. Yaklaşık 170.000 yapının yenilenmesi gerekiyor. Her bir yapıda yapıda ortalama 5 bağımsız birim varsaysanız bile ortaya milyonlarla ifade edilebilecek bir yenilenmesi gereken konut, işyeri vs çıkıyor. Şu anda konut yenilemenin minimum maliyeti de konut başına ortalama 2.000.000 TL. Kâr elde etmeden o konutu üretip kim verecek o bedeli? Görüyoruz belediye bazı destekler, yardımlar yapıyor yeni vaatler de açıkladı Ekrem Bey ama biliyoruz ki sınırları var. Hatta kendisi de AKP adayının verdiği yeni konut sayılarıyla ilgili olarak belediyenin 5 yıllık bütçesinin tamamının buraya aktarılması gerektiğini söyledi. Dolayısıyla somut tespitler ve veriler üzerinden gerçekçi bir planlamayla bu krizin çözümünü konuşmamız gerekir. Bu tür alanlarda daha da derinleşen bir krize doğru gittiğimiz çok açık ve bunun bir kentsel kriz olmakla birlikte yerel yönetimlerin sırtlayabileceği bir maliyet olmadığını da söyleyelim. Onun ötesinde bir durum var, Türkiye’nin önceliklerinin değişmesi gerekir. Türkiye’nin konut sorununu çözülebilmesi için kentlere rant olarak bakan, arsayı bir rant devşirme aracı olarak kullanan anlayıştan vazgeçmemiz lazım. Çünkü konut maliyetlerinin önemli bir bölümü arsadan kaynaklanıyor ve bugün kamunun elindeki arsalar büyük ölçüde özel sektöre bir biçimde aktarılmış durumda. Buradaki problem şu, bu krizler yalnızca yerel yönetimler tarafından çözülemez ve az önce söylediğimi tekrarlayayım bu konu için de ve bu da son sözüm olsun, önümüzdeki seçim sadece bir yerel seçim değil!