“19. yüzyıl uygarlığı sona erdi.” İlk baskısı 1944 yılında yapılan Büyük Dönüşüm[1] bu cümleyle başlar. Karl Polanyi’ye göre, 19. yüzyıl uygarlığının üzerinde yükseldiği en önemli yapı kendi kurallarına göre işleyen piyasa (“self-regulating market”) olgusuydu. Aynı piyasa olgusu Polanyi için söz konusu uygarlığın çöküşünün de sebebiydi. Piyasa sistemi varlığını sürdüremezdi; çünkü ne özgürlükler ne de barış bu sistemde kurumsallaşabilmek için kendine yer bulabiliyordu. Bir “siyasi proje”[2] olarak özerk piyasa düşüncesi ancak bu mitosa inanan bir piyasa toplumunda var olabilirdi. Bu siyasi projenin düzenleyici ilkesi ise ekonomik liberalizmdir. Buna göre, serbest piyasa sisteminin kurulması ve devamlılığı için piyasa aktörleri tarafından sürekli denetlenen bir müdahalecilik ve yasama faaliyetinin sürekli artışı gereklidir. Yasama düzenlemelerinin hayata geçirilmesi adına örgütlenecek donanımlı bir yürütme kuvvetine olan ihtiyaç ise yadsınamaz. Piyasa ekonomisinin yerleştirilmesi adına idarenin şiddet, baskı, zorlama içerikli eylemlerinde artış bu dönemin önemli karakteristiğidir. Zira piyasanın kurulması ve özerkliğinin sağlanması için piyasanın kendisi dışında hiçbir müdahale söz konusu olmamalıdır. Devletten bu dönemde beklenen-Gramsci’nin terimleriyle ifade etmeye çalışırsak- sahip olduğu hegemonya araçlarıyla, hakim sınıfın ekonomik, ideolojik ve kültürel söylemlerini yayan eğitici(educator) rolünü layıkıyla yerine getirmesidir.
Kendiliğinden ilerlemeye duyulan sonsuz, sorgusuz inanç, her ne pahasına olursa olsun gerçekleşecek soyut bir ekonomik gelişmenin sistemin krizlerini çözeceği ön kabulünü de beraberinde getirir. Polanyi’nin deyimiyle “iblis fabrikanın” çarklarında yitip giden çiftçi ve işçiler, aynı zamanda toprak çevirme hareketleriyle evlerinden, yurtlarından hatta manzara ve mevsimlerden sürülseler de, bu, nihai olarak piyasanın vadettiği kalkınmaya katkı sağlayacağından razı olunması gereken bir aşamaya tekabül eder. Arendt’in Birinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan göçmen grupları için kullandığı tabirle toplum, “yeryüzünün posası”[3] muamelesi görse de, bu yeniden inşa sürecinin “kalkınmacı” sonuçlarını görmek üzere, ihtiyaçlarından, özgürlüklerinden ve eşitlikten mahrum bırakılmayı göğüslemek durumundadır. Oysa bu mümkün değildir. Sistem bir kurgunun üzerinde yükseldiğinden, mitosun çökmesi an meselesidir. Çünkü piyasa düzeninin toplumsal sürdürülebilirliği yoktur.
30 Mart 2014 yerel seçimlerinden bu yana gerek yerel yönetimler, gerekse merkezi idare tarafından daha çok dillendirilen katılım ve müzakere söylemlerinin yarattığı iyimser dalgadan hepimiz haberdarız. 5393 sayılı Belediye Kanunu, 6360 sayılı Büyükşehir Yasası, 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu, 5449 sayılı Kalkınma Ajanslarının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun ve dahası “paydaş katılımı” olarak adlandırılan süreçleri, kamu hizmeti sunumu ve kalkınma politikalarına içkin, esaslı bir yöntem olarak sunmaktadır. Bu bağlamda, kent konseylerinin kuruluş ve işlemesinde, belediye bütçelerine esas oluşturan stratejik plan ve performans programlarının kaleme alınmasında, bölgesel ve hatta ulusal kalkınma planlarının oluşturulmasında, ortaya çıkan nihai kararların katılımcı yöntemlerle hazırlandığı her politika belgesinde bulabileceğiniz ortak sonuçtur. 2014-2018 yılları arasını kapsayan Onuncu Kalkınma Planında 66 kez anılan katılım kelimesi yerelden ulusala doğru bir perspektifte; kadınlar, gençler, çocuklar, engelliler, yoksullar, işsizler ve dahasının katılımını, hak ve yaşam standartlarının belirlendiği politikaların merkezine yerleştirmiştir. Sistemin onlara atfettiği sıfat ise paydaştır ve yapmaları beklenen sürece katılmaktır. Bununla birlikte, Rousseau’nun genel irade söylemine rahmet okuturcasına, tiranik bir meşruiyet zeminine gönderme yapan “milli irade” mottosu üzerinden hareket eden bir rejimin, katılımcı demokrasi söyleminin samimiyetine inanmakta güçlük çekmek, akıl dışı bir eylem olarak adlandırılamaz sanırım.
Ulusal düzeydeki bu söylemin, son 10 yıldır hız kazanan yerelleşme söylemine de sirayet ettiğini belirtmek gerekir. Kürt meselesinin çözümünde bir yöntem olarak gösterilen yerele yetki devrinin, aynı zamanda metropolleşme ve bölgeselleşme eğilimleri ile birlikte, ancak merkezden desteklenen kapitalist kalkınmacı bir bakış açısıyla uygulamasının toplumca kabulü halinde işlev göreceğini ve destekleneceğini söylemek yanlış olmaz. Katılım ise bu noktada, yatıştırıcı bir araç olarak, ancak hegemonik meşruiyet üretimine katkı sunduğu sürece makul ve makbuldür. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 2015-2019 yılları arası politika hedeflerini somutlaştıran stratejik planını gözden geçirme imkanınız oldu mu bilmiyorum. Katılım söyleminin yatıştırıcı işlevine verilebilecek nitelikli bir örnektir bu belge. Buna göre; yürütmeyi planladığı 807 süreçle ilgili olarak 423 çalıştay yapan Belediye, bu toplantılarda 959 kişi ile buluşmuştur. İç ve dış paydaşlarına, toplamda 39 çeşit olmak üzere 342 anket göndermiş ve bu anketlerin 201’ine cevap almıştır. Katılım oranı ise %58,77 ile 2010-2014 arası planda ulaşılan %35,36’lık orana göre “demokratik katılımcı” yönteme ulaşma olarak tanımlanmaktadır. Fakat asıl çarpıcı ayrıntı, paydaşların tanımıdır. 13 Ağustos 2014 tarihinde yaptığımız bilgi edinme başvurusuna verilen cevaba göre paydaşlar şunlardır: “İBB ile ilişkili olan kamu kurumları/kuruluşları, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve özel sektör dikkate alınmıştır. Özel sektör grubunda yer alan tedarikçi tespiti yapılırken müdürlüklerden en çok iş yaptıkları yüklenici firma isimleri alınmıştır.”
15 milyon civarı nüfusu olan bir şehir, bir metropol olan İstanbul’da ulaşım, sağlık, konut alanlarından kentsel düzenlemelere kadar birçok alanda yetkili ve görevli kılınan ve seçimle göreve gelen bir yönetim birimi olan belediyenin, katılımda önceliği hizmetten yararlananlara değil de; hizmetin yürütülüş biçimini belirleyen ekonomik aktörlere tanıması, baştan bu yana vurguladığımız piyasacı tahakküm düzenine eklemlenme hedefinin göstergesi olarak alınabilir. Demokrasi söylemi ise bu noktada, ikincil ve afaki; fakat işleyiş mantığına uyum sağladığı sürece müzakere edilebilir ve alkışlanabilir bir yönetim biçimini simgelemektedir.
Sosyal devletin gerilemesi ile birlikte, merkezi idarenin kamu hizmetleri alanından açık ya da zımni bir şekilde çekilmesi ve yerel yönetimlerin sınırlı kaynaklarla farklı hizmet alanlarında görev üstlenmesi/ üstlenmek zorunda kalması, ulusal düzeydeki demokrasi krizinin yerele taşınmasını da zorunlu olarak beraberinde getirmektedir. Bu dönemde, yerinden yönetim kavramı hiç duymadığımız kadar gündemimize yerleşmiştir. Bununla birlikte, merkezin idari vesayeti ile çevrili, merkezi politikaların yerelde üretimi araçlarına dönüştüğü sürece el üstünde tutulan yerel yönetimler, merkezle çatıştığı noktada ise merkezin idari vesayeti aşan müdahalesi ve hatta güvenlik söyleminin hedefi haline gelebilmektedir.
Hukuk doktrininde oldukça tartışmalı bir kurum olan kanun hükmünde kararname rejiminin, anayasal sınırları dahi aşındırmak suretiyle yarattığı Çevre ve Şehircilik Bakanlığının üstlendiği misyon bahsettiğimiz müdahale yöntemine iyi bir örnektir. 5 Ekim 2013’te Urfa’da yapılan Kent Konseyleri Birliği toplantısında, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanının, “yıkarak güzelleştirme hedefi” için ihdas ettik dediği Çevre Bakanlığı yasal ve anayasal süreçlerin izin vermediği her kamusal alana müdahale edebilme yetkisi ile donatılmış, ayrıcalıklı bir merkezi idare birimidir. Bu nedenle, Bakanlık’ın geçtiğimiz günlerde basına yansıyan Kadıköy rıhtıma selatin cami yapılması projesi ve bunun gerekçesi olarak da Avrupa yakasındaki bu türden cami sayılarıyla bir dengenin kurulması gerekliliği açıklamasını bildiğimiz yerinden yönetim ve kamu yararı gerekleri, devletin inanan ve inanmayanlar karşısındaki objektif tutumunu güvenceleyen laiklik ilkesi ışığında yorumlamaya çalışmak, beyhude bir hukuki çabadan ibarettir. Zira yeni rejimde hukuk, önceki döneme göre daha çok işlevsel ve Polanyi’nin bizi uyardığı şekliyle piyasa düzeninin gerektirdiği dönüşüme hizmet etmeye daha çok elverişli olmalıdır.
Katılımcı diskurun her seferinde vurguladığı “ortak akıl” kavramının işlevi, var olan muhalefeti yatıştırmak ve çoğunlukçu politikalar içerisinde erimesini sağlamaktan öteye geçmediğinde, Polanyi’nin insanın yaşam alanını “kalkınmaya” karşı”(“habitus versus improvement”) koruma çabası olarak tabir ettiği karşı hareketin söylemi ne olmalıdır? Yöntemi ve aktörleri tartışmaya açık olsa da, kendimizi yersiz yurtsuz hissettiğimiz bugünlerde, Polanyi’nin, bir toplumun ne kadar özgür olduğunun simgesi olarak işaret ettiği uyuşmazlık hakkı (“the right to nonconformity”) üzerinde düşünelim ve ısrar edelim derim ben. Uzlaşma yerine uyuşmazlık, şiddet ve korkudan beslenen plebisiter seçimler sonrasında teslimiyeti değil; en basit tanımıyla baskı ya da zorlama karşısında, bireylerin ifade ve eyleme özgürlüklerinin devlete ve aynı zamanda meslek kuruluşları ve yerel yönetimlere karşı korunmasını da ifade eder. Dolayısıyla bu hak, kendisini temsil etme konusunda yetkilendirdiği; fakat iktidarının meşruiyet temeli sorgulanan seçilmiş ya da atanmış tüm yöneticilere karşı toplumun direnme hakkını temsil eder. Bu hukuki-siyasi tablodan payımıza düşen razı olmak olmadığına göre, yaşam alanlarımızı korumak üzere ortaya koyduğumuz her tavır, demokratik düzenlerde kabul edilen muhalefet etme hakkı olacaktır. Bahsedilen yeni rejimin demokrasi ile asıl imtihanı, buradan başlamaktadır.
*Zülfiye Yılmaz – İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Görevlisi
[1]Karl Polanyi, The Great Transformation: The Political and Economic Origins of Our Times, Boston: Beacon Press, 2001.
[2] Ayşe Buğra, “Polanyi’nin Çifte Hareket Kavramı ve Günümüz Piyasa Toplumunda Siyaset”, 21. Yüzyılda Karl Polanyi’yi Okumak: Bir Siyasi Proje Olarak Piyasa Ekonomisi, Der. Ayşe Buğra- Kaan Ağırtan, 1. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2009.
[3] Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları/2: Emperyalizm, Çev. Bahadır Sina Şener, 2. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2009.