Akademik özgürlük, üniversite kurumunun kurucu ilkesi ve bu anlamda üniversiter değerlerin en başında yer alıyor ve hatta tüm üniversiter değerler bu kurucu ilkenin gerçekleştirilmesiyle anlam kazanıyor. Yükseköğretim ve araştırma faaliyetlerinin yürütüldüğü bir kurumun üniversite payesini hak edebilmesi için bu kurumun içinde bulunduğu tüm ilişkilerin en temelde akademik özgürlük ilkesinin hayat bulacağı bir biçimde örgütlenmesi gerekiyor. Akademik özgürlük ilkesinin esas alınmadığı, kurumun buna göre örgütlenmediği bir takım kurumlarda da öğretim faaliyeti ve araştırma faaliyeti yürütülebilir şüphesiz. Fakat bu tip kurumlardan,hakikatin, bilimsel yöntemle ve sonuçlar her nereye varacak olursa olsun aranması ve açığa çıkarılması ve bu anlamda tek sadakati hakikate olan ve bu amaçla bilimsel yöntemi uygulama yetisiyle donanmış bireylerin yetiştirilmesi amacını gerçekleştirmesi beklemek mümkün olmayacaktır.
Modern bilim, kapitalizmin ve onun yarattığı yeni dünyanın ihtiyaçlarının itkisiyle ve olanaklarıyla ortaya çıktı. Bu anlamda modern bilimi tek başına olmasa da önemli ölçüde kapitalizme borçluyuz. Öte yandan kapitalist – endüstriyalist dünya da modern bilimin verilerine ve bilimin kurumsallaşması süreçlerine çok şey borçludur. Üniversite de bu kurumsallaşma sürecinin görünümlerinden biri. Siyasal iktidar ve sermaye gibi tarafsız ve evrensel olma iddiasında olmayan öznelerle ilişki içinde olan bir kurum, hakikati bilimsel yöntemle sonuçlar her nereye varacak olursa olsun arama ve açığa çıkarma ve bu anlamda tek sadakati hakikate olan ve bu amaçla bilimsel yöntemi uygulama yetisiyle donanmış bireylerin yetiştirme iddiasını nasıl sürdürebilir? İşte akademik özgürlük ve üniversite özerkliği bu paradoksa ilkesel düzeyde bir çözüm önerisi olarak da anlaşılabilir.
Akademik özgürlüğün dış çeperini bir ülkedeki çoğulcu demokrasinin temel kurucu ilkelerinden olan düşence ve ifade özgürlüğü, bilim ve sanat özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, basın özgürlüğü, eğitim hakkı ve hatta seyahat hürriyeti gibi temel haklar ve özgürlükler oluşturur. Bu temel hak ve özgürlüklerin hukuken, siyasal veya sosyokültürel olarak kısıtlanmış olduğu bir siyasal rejimde akademik özgürlük de dışarıdan bir kuşatmanın içerisindedir; dışarıdan daraltılmıştır. Bu anlamda tüm yurttaşların bu temel hak ve özgürlüklerini hayata geçirmesi türlü biçimlerde kısıtlanırken, akademik topluluk üyelerinin bu sınırlamalardan muaf olması düşünülemez. Peki bu temel hak ve özgürlüklerin hukuken kısıtlanmadığı bir rejimde akademik özgürlüğün de kendiliğinden varlık bulacağını düşünebilir miyiz? Temel hak ve hürriyetlerin hukuken tanınmış olması doğrudan üniversitelerde özgürce bilimsel ve akademik faaliyetlerin gerçekleştirilebilmesine olanak tanıyor olsaydı, yeni bir özgürlük kategorisi olarak akademik özgürlükten bahsetmemize gerek olmazdı. Ancak şüphesiz ki tüm yurttaşların ve hatta herkesin öznesi oldukları bu hak ve özgürlüklerin soyut birer hak olmanın ötesinde somutlaşabilmesi için bir takım koşulların oluşması, oluşturulması gerekir. Soyut düzlemde tanımlanmış olan hak ve özgürlük kategorilerinin somut birer karşılık bularak gerçek hayatta anlam ifade edebilmeleri de hak ve özgürlüklerin somut öznelerinin somut koşullarının göz önünde bulundurulmasını gerektirmektedir.
Akademik topluluk mensupları da şüphesiz herkes gibi anayasal olarak tanınmış bu temel hak ve özgürlüklerin öznesidirler. Ancak akademik topluluk mensupları, aynı zamanda üniversite ile istihdam ve aidiyet ilişkisi içerisinde olduğu gibi, devletle, siyasal iktidarla, bürokrasiyle, sivil toplumla, diğer üniversitelerle, piyasa ile, uluslararası bazı kuruluşlarla, akademik yönetim birimleriyle, akademik topluluğun diğer üyeleriyle belirli ilişkiler içerisindedir. Dolayısıyla bu temel hak ve özgürlüklerin akademik topluluk mensupları açısından etkin bir biçimde hayat bulabilmesi ve somutlaşabilmesi için üniversitenin buna uygun bir biçimde kurumsallaşması, örgütlenmesi ve yukarıda saydığımız aktörlerle de buna uygun biçimde ilişkiler kurması gerekmektedir. Üniversite özerkliği, üniversitenin dışarısıyla kuracağı tüm ilişkilerin akademik özgürlük ilkesini ortadan kaldırması veya zedelemesini engellemenin araçlarından biridir.
Olağan dönemlerde ve çoğulcu demokrasinin ve kurucu ilkeleri olan temel hak ve özgürlüklerin aktüel olduğu durumda dahi, kapitalist toplumsal ilişkiler içerisinde, siyasal iktidardan, sermayeden ve sivil toplumdan yönelecek pek çok müdahale ile, aslında kökleri modern öncesi döneme dayanan bir kurumsallaşma biçimi olan üniversite biçimindeki bir örgütlenme dahilinde akademik özgürlük pek çok şekillerde zedelenmeye açık durumdadır. Hal böyleyken, geç kapitalistleşmenin sancılarıyla şekillenen Osmanlı – Türkiye modernleşme sürecinde ise, ne çoğulcu demokrasi, burjuva demokrasisi sınırlıkları içinde dahi yaşam bulabildi ne de Osmanlı – Türkiye üniversiteleri, üniversite olarak adlandırılan bu kurumlar, sadece evrensel düzeyde kabul görmüş amaçlarına uygun bir faaliyete yönelebilme fırsatı bulabildiği istikrarlı bir dönem yaşanabildi. Bu anlamda Türkiye’de üniversite kurumunun, hiçbir zaman inşa edilemediğini, kurumsallaşamadığını, biraz olsun nefes alma ve gelişebilme olanağı bulduğu zamanlar olduysa da bunların şiddetli biçimde kesintiye uğratılarak hep başa dönüldüğünü söylememiz mümkün.
15 Temmuz sonrası yaşanılan süreçte ise Türkiye üniversiteleri, yeniden ve belki ilk defa bu kadar kapsamlı bir biçimde örseleniyor. OHAL ilanından sonra, Erdoğan başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılan ve1 Eylül 2016 tarihinde yayınlanarak yürürlüğe giren 672 sayılı KHK ile onbinlerce kamu emekçisinin yanısıra binlerce öğretim elemanı, pek çoğu hakkında hiçbir adli veya idari soruşturma olmamasına rağmen, bir takım yasadışı örgütlerle irtibatlı oldukları iddia edilerek ihraç edildiler. İhraç edilen akademisyenlerden bir kısmının darbe girişiminin arkasındaki güç olduğu söylenen FETÖ ile ilişkilendirildiği anlaşılıyor. Öte yandan ne bu örgütle ne herhangi bir yasadışı örgütlenme ile ilişkilendirilmesi mümkün olmadığını kesin olarak bildiğimiz, salt Eğitim Sen üyesi olmaları, muhalif, demokrat, sosyalist siyasal kimlikleriyle tanınmaları ve/veya Barış için Akademisyenler inisiyitafinin “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisini imzalamış olmaları dolayısıyla da onlarca akademisyen ihraç edildi ve bir gecede üniversitelerinden, mesleklerinden,işlerinden, öğrencilerinden koparıldı. Şu an tüm üniversite çevrelerinde bu tasfiye sürecinin bir ikinci, üçüncü dalgaları olup olmayacağı ve olursa bu dalgada başka hangi akademisyenlerin tasfiye sürecine kurban edilebilecekleri konuşuluyor.
Hükümetten gelen açıklamalar yapılan bazı “hatalı” ihraçlardan geri dönülebileceğinin sinyalini veriyor. OHAL içerisinde veya sonrasında bu tasfiye dalgasına kurban edilen akademisyenler bir biçimde bir zaman görevlerine iade olacaklar. Uğradıkları kişisel zararlar da bir biçimde tazmin edilecek ve bu tazminatlar bu zarara sebep olanların cebinden değil hazineden ödenecek. Ancak değil tazmin edilmesi, niceliksel olarak tespit edilmesi mümkün olmayan bir zarar geri dönülemez bir biçimde ortaya çıkmış durumda: Türkiye üniversiteleri, henüz üniversite olma sürecini tamamlayamadan tekrar ve çok ağır bir yara daha aldılar ve bu enkazı değil kaldırmak hasar tespitini yapmak dahi onlarca yıl alabilir. OHAL şartlarında ihraç edilen akademisyenlerin, OHAL’den çok önceki bir takım yasadışı izleme ve fişlemelerin sonucunda OHAL sürecinden çok daha öncesindeki süreçlerde tespit edildiği artık herkesçe biliniyor. Bu bilgiyle birlikte düşünüldüğünde bu ihraçlar hem toplumun hem akademinin kolektif hafızasına kazınmış durumda. Bugünden baktığımızda, Türkiye’nin istikrarsızlaşma sürecinin son bulduğu, burjuva demokrasisi sınırılılıkları içinde de olsa bir çoğulcu demokratik dönem, çok zor bir ihtimal de olsa mümkün olabilir. Ancak bu en iyimser senaryoda dahi, Türkiye toplumunun ve akademilerinin kolektif hafızası bu ihraçları unutmayacak ve gelecekte de Türkiye üniversitelerinin gerçek anlamda bir üniversite olarak kurumsallaşabilmelerinin önünde bir travma olarak duracak. Akademik topluluğun tüm mensupları, olağan dönemlerdeki akademik faaliyetlerinin, siyasal konum alışlarının ve hatta bir yurttaş olarak tutumlarının, ani bir istikrarsızlaşma sonrası gelecek bir olağanüstü dönemle birlikte karşılarına çıkartılabileceği, tüm bunların hesabının sorulabileceği ihtimalini gözeterek tüm eyleme biçimlerini oluşturmak zorunda hissedecekler. Ayrıca baskılama ve sansür mekanizmalarına gerek olmaksızın, akademik topluluğun üyelerinin pek çoğu, sadece ve sadece hakikate sadık olma yükümlüğünde olarak eylemelerine imkan vermeyecek reflekslerle sürdürecekler akademik ve bireysel yaşantılarını. Böylesi bir travma geçmişi ve kolektif hafıza ile ortaya çıkacak ilişkilerden bir üniversite kurumunun çıkmasının mümkün olamayacağını söylemek için kahin olmak gerekmiyor. Bu karamsar tabloyu ortaya koyduktan sonra şunu söyleyerek bitirelim: Gelecekte, gerçek anlamda üniversiteleri inşa etmemizin tek yolu, tüm bu travma geçmişiyle hesaplaşarak geride bırakabilecek yeni bir siyasallığın ve toplumsallığın inşasıyla mümkün olabilir. Bunun yolu da, ezilenlerin, üretenlerin, emeğin örgütlü eylemliliği ve bunun sonucunda siyasal iktidarı ele geçirmesinden ve geleceğin toplumunu inşa etmeye başlamasından geçiyor. Şimdiden hepimize kolay gelsin, gelecekte görüşmek üzere.