Sizce şort giyen bir kadının otobüste bir erkek tarafından tekmelenmesi meselesi ataerkil kültür, erkek şiddeti olarak mı nitelendirilmeli yoksa arkasında başka bir şey daha mı var? Erkeğin beyanına bakıldığında her şeyi İslam hukukuna göre yaptığını savunduğunu görüyoruz. Bu konuda sizin görüşünüz nedir? Kadının şort giydiği için tekme yemesi ve otobüsteki hiç kimsenin buna müdahale etmemesi ataerkillik mi dini şiddet mi? Nasıl tartışılmalı?
Çok geniş bir konu. Bu olaydaki hukuki hatalarla hukuk tartışması da çok önemli. Adamın dini hukuku uyguladım demesi ve arkasından Başbakan’ın yaptığı açıklama da çok dramatik. Hukuku, kitabi uyguluyorlar. Nasıl uygulanmalı? O açıklamanın üzerinden çok durulmuyor; ancak hukuk açısından üçünü birlikte değerlendirmek gerekiyor. Öncelikle sistemin cezasız bırakma eğilimi, daha doğrusu vatandaşın kendisine empoze edilmiş hukuku uygulaması. Bunun üzerinden kadına müdahalesi ve hukuk sisteminin buna seyirci kalması. Dahası eylemin izahının dini hukukla açıklanması. Başbakanın da eldeki hukuka bakmadan, “hukuka değil toplumun bir bölümünün tepkisine bakarak karar verilmeli yargı” diyen açıklaması.
Hukuk sistemi açısından bir bütün olarak bunların hepsi ürkütücü bir mantık zinciri oluşturuyor. Kıyafetini beğenmediği kadına tekme atan vatandaşla, kıyafetini beğenmediğin kadına mırıldanarak tepkini gösterebilirsin diyen Başbakan’ın tavrı arasında mantıksal bir bağ var. Sonuçta bir kişinin beğenmediği kıyafeti konusunda homurdanmak da o kişinin yaşam tarzına, kendini ifade özgürlüğüne açıkça müdahaledir. Sonuç olarak buradaki tartışma, kadın üzerinden yürütülmekle birlikte; yaşam tarzı, dünya görüşü, inançları, ideolojik tutumları farklı olana karşı olan bir müdahaleyi simgelemektedir.
TCK’nın hayasızca hareket maddesi bir mayın gibi o kanunun içerisine kondu. 2005 Ceza Kanunu çıkmadan önce kadın hareketinin en çok uğraştığı maddelerden bir tanesiydi. TCK’da kıyafetle ilgili en kritik düzenlenmelerden birisi hayasızca hareketler maddesidir. Vücudun herhangi bir bölgesinin görülmesinin hayasızca hareket sayılacağı hükmünü içerir. Nitekim bu madde ile ilgili ilk cezayı İstanbul’da Galata Köprüsünde balık tutan bir kadın almıştı. Geçtiğimiz günlerde, yanlış hatırlamıyorsam 1 Mayıs’ta, İzmir’de üstleri açık genç erkeklere de aynı madde işletildi… Dolayısıyla ağırlıkla ve öncelikle kadınlar üzerinden yürüyen bu cinsiyetçi saldırı eninde sonunda farklı olan tüm kesimleri kapsayacak şekilde yaygınlaşıyor.
Türkiye’de, zaman zaman yurttaşların dini hassasiyetlerine saygı göstermek ile evrensellik iddiasında bulunan bir siyasal islam projesini hayata geçirme politikalarını birbirine karıştırıyoruz. Bu ikisini birbirine karıştırmamak gerek. Vatandaşların dini hassasiyetlerine laf söylemek ile bir proje, ideolojik bir iddia olan siyasal islamı tartışmak arasında fark var. İnsanların inançlarına saygı göstermeliyiz elbette; ama o inanç görüntüsü adı altında siyasal islam modelini eleştirmekten de geri durmamalıyız.
Kamuoyunda öyle bir algı oluşturuluyor ki kıyafeti beğenilmeyen kadına tekme atılmasını dini gerekçeye dayandıran vatandaşın bu gerekçeye dayanmasının nedenlerini bile tartışamaz hale getiriyoruz.
Kabataş olayını hatırlıyorsunuz. O olayda da bir kadına yapılan bir saldırı ve kadının örtülü olması dolayısıyla din tartışması vardı. Otobüste şort giydiği için tekmelenen kadınla, başörtüsü yüzünden saldırıya uğradığı iddia edilen kadın arasında bir paralellik çizilebilir mi? İkisi de ataerkil şiddetten mi mağdurdur? Yoksa iki olayı da bahsettiğiniz siyasal islam tartışması çerçevesinde mi tartışmak gerekir? Kabataş ve bu olay arasındaki fark var mıdır, varsa nedir?
Biri yalan biri gerçek. Şu çok önemli, Gezi başlangıcında başörtülü kadınlara homurdanma ve mırıldanma şeklinde tepkiler olmuştu. Fakat bu tepkiler o ortamda bulunan diğer kadınlar tarafından anında eleştirildi, kınandı ve durduruldu. Kabataş’tan sonra “başörtüme dokunma” eylemi dahi oldu. Vatandaştan vatandaşa bireysel, dar, tekil birkaç tane olay gözümüz önünde olduğu için anında müdahale edildi. Aynen homofobik, cinsiyetçi küfürlere olduğu gibi. Bu tip davranışları yok edecek politik bir karşı güç oluşturuldu, karşı mücadele verildi o tavra karşı.
Şortlu kadına karşı gerçekleşen fiile karşı ise bir-iki küçük kınama dışında anında verilen bir iktidar refleksi ya da o kesimden anında verilen kuvvetli bir refleksi biz görmedik. Fark burada. Gazeteciler sıkıştırdığı için Başbakan açıklama yapmak durumunda kaldı, halbuki böylesi bir olay karşısında devlet mekanizmasının hemen harekete geçip, anında topluma doğru mesajı vermesi gerek. Açıklama da zaten A’dan Z’ye o iklimi teşvik edici bir açıklama. Psikolojik şiddet: Niye tutuklu? Halkın bir bölümünü cinsiyet nedeniyle aşağılamak, yaşam tarzına müdahale nedeniyle. Psikolojik şiddet de bir suçtur. Kamu aracında, ulaşım özgürlüğünden, seyahat özgürlüğünden de bahsediyoruz. Birbirine o kadar bağlı ki.
Bir feministin ifadesi ile kıyafet toplumsal bir deridir. Dolayısıyla kadınların kıyafeti yüzyıllar boyunca birçok kültürde erkeklerin temel tartışma konularından biri olmuştur. Kadınların kısa ya da uzun pantolon giymesi kadınların kamusal alanda daha özgürce hareket etmelerinin bir simgesi olarak görüldüğü için temel mücadele konularından biri olmuştur.
Türkiye’de de örneğin Meclis’te kadınların pantolon giymesi hatta yakın zamana kadar kadın vatandaşların etek yerine pantolonla meclisi ziyarete gitmesi bile yasaklanan bir olguydu. Kıyafet konusunun sadece başörtüsü üzerinden tartışılması eksik bir tartışma. Kadınların hemşire vb. meslekler sırasında blüzlerinin düğmelerinin arasının kaç cm olacağının bile mevzuatla düzenlediği bir ülkeden söz ediyoruz. Kadınların parfüm sürmesinin dinen uygun olup olmadığı tartışmasından başlayarak, kadınların dış görünüşlerinin erkek tarafından belirlenmesi politikaları doğrudan doğruya cinsiyetçi toplum düzeninin göstergelerini oluşturuyor.
Cinsiyetçilik varlığını çeşitli inançlara ve siyasal projelere ya da ekonomik sistemlere eklemlenerek varlığını sürdüren bir olgu. Cinsiyetçiliği tartışırken eklemlendiği ideolojiden bağımsız olarak tartışmak mümkün değil. Dini ideoloji ile eklemlenmiş cinsiyetçilik, hem cinsiyetçilik yanıyla hem eklemlendiği ideoloji açısından birlikte tartışılması gereken bir konudur. Muhafazakarlığa eklemlenmiş, sol düşünceye ya da kapitalist sisteme eklemlenmiş cinsiyetçiliği eklemlendiği toplumsal, siyasal ve ekonomik koşullardan bağımsız olarak tartışmak yanıltıcı sonuçlara yol açabilir.
Gerçeğin sadece bir tarafını tutarak analiz yaptığımızda; gerçekliği dönüştüren diğer olguyu hesaba katmadığımızda hayatlarımıza sahip çıkmak konusundaki mücadelenin önemli bir sac ayağını eksik bırakmış oluruz. Cinsiyetçilik için de, bulunduğu kabın şeklini aldığını hesaba katıp hem kendisini hem bizatihi kabın kendisini sorgulayan bir mücadele yürütmeliyiz.
Dini hassasiyetle siyasal bir proje olarak hayata geçirilmeye çalışılan hem aşağıdan yukarıya hem de yukarıdan aşağıya toplumun dizaynını öngören siyasal islam projesini birbirinden ayrı tutmamız gerekiyor. İnançlara saygılı olurken o inanç unsurunun dayatılan boyutları konusunda uyanık olmak gerekiyor. Tartışılan kıyafet de olabilir, insanların üstü açık ya da örtülü sevişip sevişmeyeceği konusu da olabilir. Bunu iki kişinin kendi kararı değil de dinen toplumdaki herkesin uymak zorunda olduğu bir kural olarak dayatılması bu siyasal projenin parçasıdır. Siyasal bir projenin unsuru olana meseleleri tartışabiliyor olmamız gerek. Kıyafet özgürlüğü konusunda kadın hareketinin yaptığı tartışma zaman zaman eksik bir tartışma. Kadınların özgür seçimlerinin tartışırken moda, güzellik üzerinden nesneleştirme ile dinsel gereklerle örtünmenin siyasal formları ve siyasal bir proje olarak topluma dayatılıyor oluşunu tartışmıyoruz. Kıyafet meselesi bir özgürlük meselesi çünkü; kadınların kamusal alanının nerelerine kadar hangi kıyafetlerle ulaşabileceğini belirleyen bir mesele.
Belli islami uygulamalarda yanında erkek olmadan sokağa çıkmanın yasaklanması; Türkiye’de gebe kadınların günün belli saatlerinde eşlerinin refakatinde sokağa çıkması bir dönem savunulmuştu örneğin.
Dini tartışmasız kılan yaklaşımlar ancak gözümüzü kapatmayan çalışan yaklaşımlardır. Kadınlar dini inançları gereği örtünebilirler, onların seçimidir bu ama bu örtünme konusunda tek taraflı bir islami yorumun bütün bir topluma dayatılıyor olmasına da itiraz etmek gerekiyor. Çünkü birçok islami düşünür de, birçok inançlı kadın da, örtünmenin bir emir olmadığını, bir seçenek olduğunu iddia ediyor. Bu fikrin toplumda ifade edilmesini yasaklayarak sadece emirdir üzerinden tek taraflı bir propaganda yapıldığında kadınlara özgür seçim hakkı da tanınmamış oluyor. Bu noktanın tartışılmadığı bir toplumsal iklimde dengeli bir kıyafet tartışması yürütmekte mümkün olmuyor.
Örneğin üniversitelerde başörtüsü konusundaki kısıtlamalar kaldırılsın. Peki, örtünmek konusundaki baskıları nasıl tartışıcaz? Bu ikinci tartışma hiç yapılamıyor. Resmi bir dayatma için neyi bekliyoruz ki… Aslında o dayatma devletin tüm mekanizmalarına yerleşik. TRT’yi açıyorsunuz bunun propagandası yapılıyor. Bu fikir fanlanıyor. Bu fikir toplumsal meşruiyetle destekleniyor. Yasaların içerisinde bu şekilde mayınlar yerleştiriliyor. Cuma namazı genelgesi örneğin, dini özgürlük açısından savunulsun bakalım, ortaya neler çıkacak.
Davutoğlu ne dedi? “Kamu çalışanlarına Cuma namazı serbestisi getireceğiz – tabi ki özel sektör de takip edecek arkasından- ama cinsiyet eşitliğini gözeteceğiz” dedi. 2016 yılının 1 Numaralı genelgesidir bu genelge. Kadınların Cuma namazına katılıp katılmayacağı islami bir cepheleşme konusudur. Bir bölüm islami düşünür kadınların Cuma namazına katılabileceğini söyler; bir bölümü zinhar katılamayacağını söyler. İktidardaki düşünce katılamayacağını öngördüğü için Cuma namazı genelgesi cinsiyet eşitliği gözetilmeden çıkartıldı. Dolayısıyla erkek memur camiye gidecek; kadın memur çalışmaya devam edecek o saatte. Bunu bu nedenle tartışmıyoruz. Buna dini özgürlük denilip geçiliyor.
Siyasallaştılımış islam projesini tartışmak gerekiyor. Artık inanç özgürlüğü deyip geçebileceğimiz bir şey değil. Artık siyasi bir proje ve bu siyasi projelerin savunucuları iktidarda ve ülkenin politikalarını bunlar belirliyor. Hayasızca hareketin mevzuattaki düzenlemesi gibi.
Tartışmanın dini hassasiyetlere dokunmaması gerektiğini de bir yandan söylüyorsunuz. Ancak bu o kadar kolay değil, bunu nasıl yapmak gerekiyor?
Her olay özelinde o sınırları doğru tartışmamız gerekiyor. Burada farklı bir fikir de var. Sadece bir fikir üzerinden bakıp, diğerini bastırdığımızda, ifadesine izin vermediğimiz anda ayrımcılığın kendisini yapmış oluyoruz. Şort giyen kadına bunu yapıyorsan, bikini giyen kadına ne yaparsın… O zaman, inancı nedeniyle herhangi bir kadını gördüğünde abdestinin bozulduğunu düşünen insanın kendisinin kamusal alana çıkmaması gerekiyor. Yani plaja gitmeyecek o zaman. Bu kadınları plajdan yasaklamak değil; kendisinin plaja gitmemesi çözümü üretilecek. Plajlar kamuya aittir. Plaja duvar, denizin içine duvar yapılamaz. Ege’de bunu yaptılar. Kadınlar o duvarın arkasından denize girebilir, dediler. Erkekler ise o duvar dışındaki her yerden denize girebilir… Bunun pozitif ayrımcılık adına savunulacak hiçbir tarafı yoktur. Negatif ayrımcılıktır bu.
Siyasal islam tartışmalarındaki ana sorun şu: Ekonomik olarak topluma bir şey sunmuyorlar. Politik olarak sunabilecekleri pek bir şey de yok. Öyle bir dertleri yok ve neo-liberalizmi uyguluyorlar. Politik olarak da antidemokratik ve otoriterler. Demokrasi dertleri yok. Geriye toplumu oyalayacakları ne kalıyor? Örneğin aileyi ve ibadeti sunuyorlar. Cami ile ev arasına sıkıştırılmış bir hayat. İkisi birbirine bağlı. Siyasal islamın elindeki ana malzeme bu ikisi: Aile ve cami. Bütün projeleri toplumu bu iki mesele yani ibadet ve kadınlar üzerinde hakimiyet meselesi üzerinden şekillendirmek.
Türkiye muhalefetinin sağıyla soluyla fark etmediği mesele de bu. Bu söylendiğinde, gündem saptırma olarak görülüyor; ancak esas gündem bu konu. Siyasal islamın asıl meselesi bu. Aşağıdan yukarı ve yukarıdan aşağıya çift yönlü işleyen toplumu biçimlendirme meselesi var ve onun için kadın meselesi, eğitim meselesi çok önemli. Eğitim de gelecek kuşakları kapsıyor. Dolayısıyla, asıl siyaset iki temel alan üzerinden yürüyor; ama Türkiye’nin muhalefet güçleri başından beri ve hala bu iki temel alanı boş bırakıyor. Kadın hareketi bu konuda mücadele ediyor. Örneğin gündem saptırma yaftası sıklıkla kadın hareketine yapıştırılıyor. Kürtaj gündem saptırma olabilir mi?! Bir toplumun nüfus politikasını ve kadınların hayattaki yerini tanımlayan bir tartışmadır kürtaj tartışması. Biz hala Türkiye toplumsal muhalefetine bütün unsurlarıyla asıl konunun bu olduğunu görmeleri için çaba harcıyoruz.
Mesele eşit yurttaşlık meselesi. Kadın – erkek eşitliğinden taviz verdiğin zaman Kürt, Türk, Alevi, Sünni, vd. bütün eşit yurttaşlık talebinden taviz vermiş oluyorsun. Kadınlar üzerinde simgeleştirilip, o yapı inşa edilmeye çalışılıyor. Anlatmaya çalıştığında marjinal mesele olarak kodlanıyorsun ve mücadele arkadaşın bu meseleyi bir kenara koyuyor. Dünya’nın yalnız kadın hareketiyiz biz. Dünya’da önce sol kendini arındırmıştır bu işlerden, ona bakarak sosyal demokratlar ondan sonra muhafazakârlar vd. Avrupa’da desen ki kadın-erkek eşitliğine inanmıyorum, faşist partiler bile %0,1’lere inerler. Hepsi bunu savunmak ve taviz vermemek zorunda. Sol ve Kürt Hareketi çok büyük çaba harcıyor bu konuda ama yine de yapılacak çok iş var. Örneğin eş-başkanlığın haremlik – selamlık siyasete dönüşmemesi için çok çaba harcanması gerekiyor. Sadece mekanizmayı getirip eşitlik orada sağlandı diyerek iş bitmiyor. O toplumsal, kültürel, dinsel yapı içerisinde; haremlik – selamlık politika yapma biçimine dönüşmemesi için de artı bir frenleyici bir mekanizma ile dengelenmesi gerek. Solun ve Kürt Hareketinin bu konuya daha çok çalışması gerekiyor.
Tekme olayında failin tutuklu yargılanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yükselen tepkilerin sonucu oldu. Dünya’nın tepkisinden de korkulduğundan olduğuna inanıyorum. Daha yeni İsveç ve Avusturya ile çocuk istismarı meselesinde skandal yaşanmıştı. Böyle bir şeye dönüşmesin istediler muhtemelen. Ülkede de zaten böyle bir şey infial yarattı ve aslında şu anda gündemleri de tam olarak bu yönde değil.
Tutuklanmasına gerek var mıydı?
Varolan hukuk sistemi Türkiye’de yanlış. Tekil olaylara baktığımızda örneğin bu olayda birden çok suç var. Hakaret, tehdit, yaralama, nefret suçu var, yaşam tarzına müdahale ihlali var. Bunları hep birlikte değerlendirdiğiniz zaman tutuklu yargılama yapabilirsiniz.
Tutuklamak genel olarak istisnai bir tedbir değil midir?
Uzun bir tartışma konusu bu. Hukuk sisteminin kuruluşu yanlış Türkiye’de. Küçük suçlar suç olarak görülmüyor. Büyük suçlara ise aşırı ağır cezalar getiriliyor. Ama siz küçük suçları durduracaksınız. Metrobüsteki olay o kadar bağlı ki bunlara. O şemsiyeyi vuran da, o kalkıp horozlanan şoför de, ikisi de aslında yaptıklarının normal bir hukuk düzeninde hukuksuz olduğunu, suç olduğunu bilemeyecek insanlar değil; ama hiçbir yaptırımı olmadığını bildikleri için yapıyorlar bunları. Ceza Yargılamasında İş Yükünün Azaltılması Taslağı tartışılmadan takdim edildi ve o taslak 3 aylık ön ödeme getiriyor. İki yıla kadar olan tüm suçlarda “parasını öde işle suçu” durumuna dönüştürüyor. Beş yıla kadar uzlaşma getiriyor ki beş yıla kadar olan suçlar ağır suçlardır. Orada da savcıyla pazarlık, aileyle anlaşma, parasını öde mekanizması geliyor. Bu, toplumu hukuksuzlaştırma politikasıdır. Tutukluluğun istisnalaştırılması meselesi de klişeleştirilmiş hatalar tartışması olarak yürüyor ve canının istediğine tutuksuz yargılama uygulanırken, canını istemediğine ortada hiçbir şey yokken tutukluluk uygulanıyor. Kadınlar söz konusu olduğunda hukukun evrensel olduğu birden hatırlanıyor ve başka yerlerde bir cezalandırma yöntemi olan tutukluluk, bu olayda istisnai tedbir olmalı tartışmasına konu olabiliyor.