Sosyal Hukuk olarak barış isteyen akademisyenlerin tutuklandığı, hukukun iktidar tarafından araçsallaştırıldığı ve dönüştürüldüğü bir ortamda Prof. Dr. Korkut Boratav ile tarihteki iktidar-aydın arasındaki ilişkileri ve bunların hukuki düzleme nasıl yansıdığını konuştuk.
- 1402 aslında 1971 muhtıra döneminde çıkarılan Sıkıyönetim Kanununun numarası. Sıkıyönetim ise belirli sebeplerle ilan edilen istisnai bir olağanüstü yönetim rejimi. Sizin de aralarında bulunduğunuz binlerce kişinin bu olağanüstü durumla bağı nasıl kuruldu? 1402’likler davası nasıl bir siyasi ortamda, hangi saiklerle gündeme getirildi?
Prof. Dr. Korkut Boratav: Ben hem 12 Mart 1971, hem de 12 Eylül 1980 darbeleri dönemindeki sıkıyönetim ortamını, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim elemanı olarak yaşadım.
12 Mart rejimi, “reformist” imajını, Başbakan Yardımcısı Şadi Koçaş’ın”balyoz harekâtı” diye adlandırdığı kapsamlı bir dizi baskı ve şiddet uygulamasına geçtiğinde terk etti. “Reformlara katkı” umuduyla Nihat Erim hükümetinde yer alan bakanlar istifa etti. Üniversitelerde anarşiyi beslediği iddia edilen öğretim üyelerinden bir bölümü, Sıkıyönetim Komutanlıkları tarafından gözaltına alındı; yargılandı. Fakültelerde polis ve jandarma aramalar yaptı. Ancak, belki de 1402 sayılı yasa henüz yürürlükte olmadığı için, öğretim üyelerinden hiçbiri, yargılananlar dahil, doğrudan doğruya görevlerinden alınmadılar. Gözaltı süreleri içinde özlük haklarının dondurulmuş olduğunu; örneğin maaşlarının kesildiğini; ancak görevlerine döndükleri andan itibaren bu kayıplarının telafi edildiğini biliyorum. Bizim fakülteden Mümtaz Soysal, Muammer Aksoy, Cahit Talas, Bahri Savcı Mamak Askeri Cezaevinde kaldılar; (galiba hepsi) Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılandılar. Sonuçta, beraat ettiler ve/veya Af Yasası ile aklandılar.12 Mart döneminde, üniversiteler, fakülteler ve büyük çoğunluğu ile öğretim elemanları. Sıkıyönetim uygulamaları karşısında dayanışma içinde oldu. Örneğin Mümtaz Soysal’ın Sıkıyönetim Mahkemesi’ndeki duruşmalarına SBF’den çok sayıda insan dinleyici olarak katıldı.
12 Eylül darbesinin kalıcı olacağı ilk baştan belli oldu. 1402 ve YÖK yasaları, Sıkıyönetim Komutanlıkları ve YÖK tarafından atanan yeni üniversite yönetimleri tarafından ödünsüz olarak uygulandı. 1946 tarihli Üniversite Kanunu’na göre meslekî güvenceli olan doktoralı asistanlar, YÖK yasasına göre sözleşmeli statüye dönüştürüldü ve üniversitelerdeki ilk tasfiye furyası, bunların sakıncalı olanlarının sözleşmelerinin uzatılmaması ile gerçekleşti. İkinci tasfiye aşaması, 1402 sayılı yasaya göre gerçekleşti. Ankara Sıkıyönetim Komutanı Recep Ergun’un talimatıyla ve 1402 sayı- yasa gereği görevden alındığımızı bildiren yazı, Şubat 1983’te Üniversite Rektörü imzasıyla bana ve birkaç taksitte diğer öğretim üyelerine tebliğ edildi. Kitaplarımızı topladık; yarım kalan işleri tamamladık; fakültelerimizden ayrıldık.
O tarihte ben 23,5 yıllık kamu görevlisi olduğum için emeklilik hakkımı kazanmamıştım. Bir buçuk yıl dışarıdan SSK’ya prim ödeyerek emekli oldum. Ülke içinde ve dışında çeşitli araştırma projelerine katıldım; 1984-1986 arasında Zimbabwe Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalıştım. 1988’de Danıştay, 1402 sayılı yasayla görevden alınan devlet memurları için bir içtihat değişikliği yaptı ve yasaklı durumlarının sadece Sıkıyönetim boyunca geçerli olduğunu karara bağladı. Görevlerimize döndük. Sıkıyönetimin bitimiyle görevlerimize dönüş tarihi arasındaki özlük haklarımız da tanındı.
- Dönemin tanığı ve bir ekonomi profesörü olarak darbe öncesi ve sonrası iktidar-muhalefet çatışmasını biraz anlatabilir misiniz?
CHP’li tek parti rejiminin son ilerici adımı olan 1946 tarihli Üniversiteler Kanunu ile Cumhuriyet tarihinin (bence) en demokrat yasalarından biri olan 1961 Anayasası, hem üniversitelere, hem de topluma çok geniş bir özgürlük alanı getiriyordu. 1947- 1959 yıllarında siyasi iktidarlara egemen olan yoğun anti-komünist saplantı, düzene soldan eleştirel bakan tüm akımları susturmuştu. Bu yapay susturma, I960’11 yıllarda adım adım etkisiz kaldı. YÖN, solculuğu, sosyalizmi tartışılabilir hale getirdi; meşrulaştırdı. Türkiye İşçi Partisi, milletvekilleriyle sosyalistleri TBMM’ye taşıdı. Sosyalist, solcu, Marksist, devrimci yayınlar yaygınlaştı. Üniversiteler, öğrencileri, öğretim elemanları, yayınları, toplum içindeki konumları ile özerk, eleştirel, sola dönük özgürlük alanları oluşturdular; geliştirdiler. İşçi sınıfı, sosyalizmle buluştu; ilerici sendikalarla ekonomik mücadeleyi üstlendi.
Bu gelişmeler, Türkiye toplumunun bünyesinde daima var olan, gerici, aşırı milliyetçi, faşizan refleksleri canlandırdı. Sermaye çevreleri de demokratikleşmeyi frenleme gereksinimini vurguladılar. Özellikle solun yükselişinin, olağandışı yöntemler (12 Mart muhtırası, Erim hükümeti ve Sıkıyönetimler aracılığı) ile durdurulması hususunda yaygın bir görüş birliği oluştu ve gereği yapıldı.
12 Mart darbesi kalıcı olmadı. Bir neden, o yılların tüm dünyada solun yükseldiği bir dönem olmasıydı. 12 Eylül rejimi, yukarıda değindiğim gereksinimlerin daha yoğun hissedilmesiyle gündeme geldi. Uluslararası ortam sağa kaymaktaydı. Batı’da Thatcher, Reagan yönetimleri neoliberalizmi ülkelerinde, giderek tüm dünyada yerleştirmenin öncülüğünü yapmaktaydılar. Türkiye’nin egemen sınıfları ve güç odakları, ülkede bu kez köklü bir dönüşümü hedeflediler. 1982 Anayasası ve ona bağlı yasal ve kurumsal düzenlemeler böylece gerçekleşti. Askeri yönetim altındaki geçiş dönemi de çok sert oldu. Üniversitelerdeki tasfiyeler bu kapsamlı senaryonun bir parçası oldu.
- 1128 akademisyenin barış bildirisini imzalaması ile gelişen süreçle 1402’likler davası. Aydınlar Dilekçesi gibi örneklerle bir özdeşlik kuruldu. Sizin de imzacısı olduğunuz bir destek bildirisi dahil çok sayıda kurum, kuruluş, kişi imzacılara destek verdi. Bu vakaların esasa ve döneme ilişkin benzerlik ve farkları var mıdır?
İki dönem arasında siyasi ortam farklıdır ve bildirilerin içerikleri de bu nedenden farklıdır. Aydınlar Dilekçesi imzalandığında Sıkıyönetim vardı ve ben dahil imzacıların bir bölümü Sıkıyönetim Mahkemesinde yargılandık; beraat ettik.
Barış bildirisi ise, normal hukuk düzeni içinde imzalandı; yayımlandı. Adeta bir Türkiye Sıkıyönetim Komutanı işlevini üstlenmiş bulunan bir makam sahibinin talep ve direktiflerine göre imzacılar takibatla karşılaşıyorlar. Ne ile suçlandıkları belli olmadığı için, takibata kalkışan makamlar tutarsızlık içindeler. İmzacılar aleyhine soruşturma açan; disiplin cezası veren; bazılarının görevlerine son veren üniversitelerin yetkilileri, akademik mesleğin gelenekleri ile nasıl uzlaşabiliyorlar? Meslektaşları ile yarın nasıl yüzleşebilecekler? Emniyet ve savcılık makamları, hangi yasal dayanağa göre ceza soruşturmaları açabilecektir?
Bildirinin içeriğini tartışmak gereksizdir. İmzacılar, Türkiye’nin bazı sorunları üzerinde düşüncelerini, değerlendirmelerini kamuoyuna aktarıyorlar. Bu düşünce ve değerlendirmeleri paylaşmayanlar da farklı bildirilerle kamuoyuna çıkıyorlar. Ne olmuş? Olay bu kadar basittir.
- Barış bildirisini imzalayan akademisyenler hakkında birçok üniversite YÖK’ün talimatıyla soruşturma ya da inceleme başlattı. Sizin döneminizle bugün YÖK’ün üstlendiği misyonu kıyasladığınızda, YÖK ve üniversitelerin durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Aydınlar Bildirisi, üniversitelerdeki kapsamlı tasfiyeden sonra hazırlandı; yayımlandı. Tasfiyeye uğramamış öğretim üyelerinden bildiriyi imzalayan insanlar vardı. Sıkıyönetim mahkemesi tarafından yargılandılar; ama bunlara 1402 sayılı kanunun görevden alınma hükmü uygulanmadı. Bugün Sıkıyönetim yoktur. Örneğin Sıkıyönetim Komutanlıkları’nın “önceden onaylanmamış bildiriler yayımlanamaz” türünden bir yasağı da ihlal edilmiş olmuyor. Dolayısıyla, 1402 sayılı yasadaki yasakları ihlal etme suçu da söz konusu değildir ve Barış Bildirisi’ni imzalayanların, bugünkü yasal çerçeveyi ihlal ettikleri de düşünülemez.
Yukarıda söylediğim gibi fiili bir Sıkıyönetim Rejimi yaratılmak isteniyor. Ancak, bu fiili rejimin herhangi bir yasal dayanağı olmadığı için imzacılar için başlatılan soruşturmalar hem yasa dışı ve öncelikle de hukuk dışıdır.
- Vakıf ve hatta devlet üniversitelerindeki imzacılar hakkında soruşturma açacak yasal zemin bulunmadığı hukukçular tarafından çokça dillendirildi. Fakat bazı üniversiteler iş sözleşmelerini gerekçe sunmadan ya da kuruma sadakat, performans, vs gerekçelerle sonlan- dırdı. Burada dikkat çekilen nokta, üniversitelerde güvencesiz çalışma rejimi yara- 111 m a k iste n- mesi ve uzun zamandır arzulanan 657 rejiminin ortadan kaldırılması için zemin oluşturulmaya çalışılması oldu. Bu bağlantı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Devlet üniversitelerinde başlatılan soruşturmaların hukuksuz, ayrıca yasadışı olduğuna değindim. Özel üniversitelerde sözleşmeli çalışan imzacı meslektaşlarımızın görevlerine bildiri nedeniyle, ancak sözleşmelerindeki bazı maddeleri kullanılarak son verilmesi, akademik ahlâka aykırıdır.
Üniversite mesleğinin, akademik standartların, ölçütlerin izlenmesi koşuluyla güvenceli konumda olması, Türkiye koşullarında büyük önem taşır. 1946 tarihli Üniversiteler Kanunu’nun büyük meziyeti budur. Özel üniversitelerin de, belli bir aşamadan sonra güvenceli konumu gerçekleştiren bir yasal düzenlemeye tabi olması savunul- malıdır.
Barış Bildirisi’ne siyasi iktidarın, devlet ve vakıf üniversite yönetimlerinin gösterdiği tepkiler, bu hususların ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Aksi halde, üniversite mesleği ve asgari akademik özgürlükler tehdit altındadır.