Kent siyasetinin bir aracı veya parçası olarak da niteleyebileceğimiz yerel seçimler, merkez siyasete oldukça fazla etki etmesi sebebiyle de gündemi büyük ölçüde kaplamış durumda. Yurttaşların asıl sorunlarının ve taleplerinin başka gündemlere tercih edildiği bu yoğunluk içinde kamuculuktan, kamu hizmetinden, afetlere hazırlıktan, iklim krizinden, kent siyasetinden, belediyelerdeki personel rejiminden, sosyal yardımlardan ve bunların yerel yönetimler ile ilişkisinden konuşmanın gerekliliği tam ortamızda duruyor. ‘Sosyal Belediyecilik’ üst başlığındaki söyleşilerimizle tüm bu başlıkları konuşmayı, tartışmayı amaçlıyoruz.
Çankaya Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ezgi Orhan ile bu söyleşilerin üçüncüsünde; Depreme Hazırlık, İklim Krizi ve Yerel Yönetimleri konuştuk.
Önümüzdeki yerel yönetim seçimlerinin propaganda sürecindeyiz ve adaylardan sıklıkla kentsel dönüşüm, konut projeleri duyuyoruz. Ülkemizde kentsel dönüşüm kavramından anlaşılan yalnızca binaların yıkılıp yeniden yapılması olduğu için yalnızca depreme bir çare aranıyor gibi anlaşılıyor, söylemlerden. Sizce bu yeterli mi? Afetler arasında yalnızca deprem mi bir risk veya tehlike kentlerimiz için?
Depremler, düşük olasılıklı ama en yüksek sonuçlu etkileri oluşturan tehlike türlerinden. Dolayısıyla, daha çok deprem odaklı konuşuyoruz. Afet çeşitleri bakımından aslında yelpaze çok geniş. Klimatolojik, meteorolojik olanlardan, biyolojik olanlara kadar pek çok tehlike kaynağı var. Örneğin, son yıllarda daha sık ve yaygın gördüğümüz, yangınların Türkiye için çok ciddi bir tehlike oluşturduğu. Seller, çığ düşmeleri, taşkınlar, kıyı erozyonlarının her biri bir afet ve ülkemiz bu bakımdan oldukça zengin. Ülkemiz geniş bir coğrafyada ve farklı tehlike türlerinin tamamına da açık ama depremlerin diğer tehditlere göre yüksek etki getirmesinin sebebi yer sarsıntılarından olumsuz etkilenecek yerleşimlere ev sahipliği yapması. Can kaybı da, mal kaybı da ya da ekonomik kayıp da son derece yüksek oluyor. Yüksek etkilerin yanı sıra depremler için düşük olasılıklı tehlike türlerinden bir tanesi demiştim. Burada şöyle bir problemi de konuşmalıyız: Depremin sonucunu yüksek kılan sebepler nasıl oluşuyor? Az önce sizin de söylediğiniz gibi, yerel yönetimler belli bir süreliğine seçiliyor. Peki kendi döneminizin içerisinde olması muhtemel bir afete hazırlık yapar mısınız? Yani belirsiz bir gelecekte meydana gelecek bir afete yatırım yapar mısınız? Eğer herkes bu yanan ateşi elden ele geçirir ve benim dönemimde gerçekleşmeyebilir diyerek önlem almayı, hazırlıklara başlamayı bir sonraki döneme bırakırsa, o zaman afetlere karşı -ya da depremler özelinde konuşalım- yeterli hazırlık yapılamadığı için kentler yüksek risk barındırmaya devam eder. Dolayısıyla kentler gün be gün afetlere biraz daha hazırlıksız hale gelir ve en nihayetinde olumsuz etkileri çok yüksek olan tehditler haline gelir. Kentleri korunmasızlığa, denetimsizliğe terk edersek sizin de söylediğiniz gibi deprem özelinde afetleri konuşuruz. Ancak, diğer tehlikelerden kaynaklı riskleri de Türkiye için konuşmak son derece mümkün ve zorunlu.
Deprem odaklı geçiyor tartışmalar ve depreme karşı tek hazırlığın da kentsel dönüşüm olduğu ifade ediliyor. Farklı siyasetçiler tarafından defalarca ifade edildi, özellikle Hatay depreminden sonra bu bir propagandaya dönüştü diyebiliriz. Bu yaklaşım sizce ne kadar doğru ve yerel yönetimler bunun neresinde? Yerel Yönetimler deprem riskine karşı hazırlığı ne kadar yüklenebilir? Bu çok güncel bir tartışma. Örneğin İstanbul özelinde Ekrem İmamoğlu çok sık bunu dillendiriyor, bir deprem konseyinden ve merkezi yönetimle birlikte hareket edilmesinin zorunluluğundan bahsediyor. Özetle depreme hazırlık için tek yol gerçekten de kentsel dönüşüm mü ve yerel yönetimler depreme hazırlığı ne kadar üstlenebilir?
Bu aslında çok yerinde bir soru. Eğer bunca süredir bir korunmasızlık ortamı oluşmuş ve kentin kırılganlıkları azalmamışsa, kentsel dönüşüm depremlere hazırlığın tek yolu olmamakla birlikte en etkili araçlarından bir tanesi. Çok uzun bir süredir kenti korunmasızlığa, savunmasızlığa terk etmiş olmamız gerekiyor ki sorun bu kadar kilit olsun, çözümü de bu kadar kolay olmasın. Peki, afetlere karşı nasıl bir zayıflık oluştu, ilk olarak bundan bahsedelim, sonra ‘çözümün hangi boyutları olabilir ya da hangi aktörler devreye girebilir?’bunu konuşalım. Literatürde afet politiği olarak adlandırdığımız bir kavram var. Bu afet politiği gelişmekte olan ülkelerde nasıl şekillenir, nasıl bir süreçle gelişir? Literatür der ki, üst karar mekanizması yeterince gelişkin değilse o zaman kentler kırılgan olur. Nedir peki bunu gelişkin kılmayan durumlar? Örneğin yasal olmayan bir biçimde yapı sahibi olabiliyor muyuz? Ya da zaman içinde yasal olmayan yapıları yasallaştırabiliyor muyuz? Affedebiliyor muyuz mesela?
Denetimsiz, kuralsız biçimde inşa edilmiş bir yapı zamanla hukuki bir statü kazanabiliyor mu? Ya da yerel yönetimler ve merkezi yönetimler kısa erimli çözümler mi arıyor? Popülist politikalar mı var? Yani göz yuman, ses çıkarmayan, tolere eden politikalar mı geliştiriliyor? Toplum karşılaştığı bir afet sonrasında hükümetten veya yerel yönetiminden yardım alma beklentisi içine mi giriyor? Çünkü bu durum şu düşünceyi tetikliyor; hasar aldıysam yardım alırım, başıma yeniden bir şey gelirse de tekrar yardım alırım. O zaman bu kısır döngü bir girdap haline dönüyor ve bu hasar alma-yardım alma girdabından çıkamadığımızda afet sonrasındaki yardım gereksinimleri çok yüksek boyutlara ulaşıyor. Yani yerelde bir afet yaşandığında kendi kaynaklarıyla afetin ürettiği sorunların üstesinden gelinemiyor ise acil durum ihtiyaçlarını giderilmesi için ulusal ya da uluslararası ölçekte yardım götürülmesi gerekiyor. Dolayısıyla afet sonrası yardım beklentisi büyümeye başlıyor. Bu aşırı büyüyen yardım beklentisi 6 Şubat Depremlerinin de gösterdiği gibi Türkiye’nin herhangi bir yerinde görülebilecek bir durum. Yardım geri dönüşleri ise oldukça sınırlı kalıyor. Yani acil durumda bir yarayı sarmak için gönderilen kaynağın kalıcı bir etkisi olmuyor; kent daha dirençli, daha korunaklı bir hale gelmiyor. Şimdi bütün bu sürece baktığımız zaman çözümün kalıcı olmadığı, geçici, akut olduğu ve yara bandı etkisi yaptığını görüyoruz ama açık bir yaradan bahsediyoruz. Bu noktada yara sarma politikalarını sorgulamalıyız. Büyük hibeler, büyük yardımlar, afet sonrası seferber edilen kaynaklar kalıcı bir çözüm getiriyor mu, getirmiyor mu, nasıl bir afet politiği içindeyiz? Tekrar başa döneceğim. Bu afet politiği, eğer sistematik bir biçimde gelişmemişse, o zaman yardım beklentisinin yükseldiği bir döneme giriyoruz. Bu sarmalı çözebilecek olan afet yönetimini sırtlanacak olan yapı ya da kurum elbette ki tek başına merkezi yönetimler ya da yerel yönetimler olamaz. Sadece bir merkezi yönetiminin yetki ve sorumluluğunda da olamaz. Yani merkezi kararlarla afetler konusunda yereli yönetemeyiz çünkü o yerelin kendine özgü dinamikleri var, kendine özgü kırılganlıkları var; yapılaşma tarihi ve biçimi farklı, ürettiği değerler farklı, sektörleri farklı, barındırdığı doğal tehlikeler ve riskler farklı. Merkezi yaklaşımla yereldeki bu sorunları çözemeyiz. Ama bir yerel yönetimin de kendi başına elindeki kaynaklarla bütün bu riskleri bertaraf etmesi de söz konusu değil. O zaman kentsel risklerin azaltılması için tek başına bir mekanizmayı sorumlu tutmak gerçekçi de değil, çok yönlü bir kurumsallaşmaya ihtiyaç var. Peki, bu çok yönlülüğün içinde neler olmalı? Burada sadece merkezi ve yerel yönetimi değil, aynı zamanda toplumun diğer bileşenlerini de işin içine dahil etmek gerekiyor. Örneğin İstanbul’un riskleri AFAD ile belediye arasında gidip gelerek çözülecek bir mevzu değil. Ya da afet yaşamış bir kentin yeniden ayağa kalkması, Hatay’ı örnek vermiştiniz, Antakya’nın yeniden iyileştirilmesi, toparlanması, yalnızca Hatay Büyükşehir Belediyesinin, Antakya Belediyesinin ya da AFAD’ın, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın tek başlarına yapabileceği bir iş değil. Burada meslek odalarına, sivil toplum kuruluşlarına, akademinin çalışmalarına, araştırmalarına, iş çevrelerine, medyanın desteğine ihtiyaç var. Ancak böyle olursa, topyekûn bir ses yaratılabilir. Bir taraftan da bireyi de dahil etmek gerekiyor, kentlinin talebini de almak ve onun da yönlendirici olmasına imkân vermek gerekiyor. Eğer böyle geniş bir tabana yayılmış bir katılım süreci işlerse riskler de azaltılabilir, afetlerin etkileriyle de başa çıkılabilir. Yani afet yönetimi Türkiye’de yapılageldiği gibi birkaç uzmana danışalım, sonra da bir masa etrafında kararlar alalım ki risk azalsın gibi bir uygulamayla çözülebilecek bir konu değil. Farklı aktörler bir araya gelip bir kentin nasıl dirençli olmasına vermeli ancak, bunun reçete gibi bir çözümü yok. Dolayısıyla kentsel dönüşüm de tek başına bir sorun çözücü değil ama en etkin yöntemlerden bir tanesi. Kentte bugüne kadar bu ölçüde kırılgan bir yapı oluştuysa, sadece bir yapıyı dönüştürerek bu sorunu çözmek de mümkün olmayacaktır. Burada ‘kentsel dönüşüm’ kavramının kentsel kısmına da değinmek gerekecek. Burada yapılması gereken kentin hasar alma olasılığı yüksek ve farklı gerekçelerle riski yüksek parçalarına bütün olarak müdahale etmek gerekiyor. Yani bir yapıya değil, yapı ve çevresine, bütün o yapılı çevredeki ilişkilere müdahale etmek gerekiyor. Ulaşım sistemini mi düzenleyeceğiz mesela, gri alt ve yeşil altyapıyı mı düzenleyeceğiz, sosyal donatılarını mı geliştireceğiz, yapılı çevrenin formunu mu yeniden tasarlayacağız, bütün bunlara kentsel dönüşümle birlikte karar verebilme imkânı bulunduğu için en etkin araçlardan bir tanesi diyorum. Fakat bizim anladığımız anlamda yalnızca tek yapı düzeninde ve yalnızca fiziksel dönüşüm değil, ‘kentsel dönüşüm’ gibi daha geniş ölçekte bir çerçeveden bakıp düşünmek gerekiyor. Ve burada da bütüncül bir müdahale gerekiyor yani parça parça yamamak değil, kentin bütünlüğüne hizmet edebilecek, kentsel kırılganlıkları azaltabilecek çözümleri tespit edip, uygun müdahaleler geliştirmek gerekiyor. Mesela yol altyapısı ve ulaşım sistemleri. Bu sistemi nasıl kuracağız ki kentin o parçası da iyileşmiş olacak. Eğer yol altı yapısı sadece karayolu odaklıysa orada bakılabilecek konulardan biri yalnızca yolun genişliği gibi dar bir kısım. Ama daha geniş bir çerçeveden bakıp geleceği düşünürsek, diğer afet risklerini de göz önünde bulundurup, iklim duyarlı bir şekilde hareket ederek araba bağımlılığını azaltacak bir arazi kullanım ve ulaşım sistemi geliştirmem gerekir. Daha üst ölçekte kurulmuş ulaşım politikalarımın olması, örneğin istasyonlara ya da toplu taşıma duraklarına bağlanan öyle bir sistem kurulabilir ki bu istasyon veya durak çevrelerinden biri de kentsel dönüşüm müdahalesini geliştireceğim alanlardan birisi olsun. Alt yapısıyla, ulaşım bağlantılarıyla, açık alanlarıyla kapsamlı bir müdahale politikam gelişsin. Ancak bu şekilde bakıldığında kentsel dönüşüm anlam kazanmaya başlayacaktır.
Yerel yönetimle, merkezi yönetimle birlikte çalışmadığını çok görüyoruz. Bu nedenle anlattıklarınız ışığında geçici yardımların, geçici çözümlerin aslında merkezi yönetimin toplumu ve yerel yönetimleri sürekli “muhtaç” durumda bıraktığını, politikasının bir parçası olduğunu söyleyebilir miyiz?
Afet sonrasında insanların can ve mal güvenliğini sağlamak devletin anayasal görevi ve afet anında devletin tüm mekanizmaları ile ateşe su döker. Ama o an yapılan yardımların kalıcı hale gelmemesi, bizi yardımlar konusunda beklentiye sokar ve kalıcı çözümden uzaklaştırır. Afet zamanlarında yapılan yardım sorgulayabileceğimiz bir yardım biçimi değil. Fakat, o zamana kadar önlem almış olmak, kenti afete hazırlamak, afet anında ihtiyaç sahibi olacak kişi sayısını azaltmak, yıkımla yüzleştirmemek, o mağduriyetle karşılaştırmamak asli sorumluluk. Tabii buna dair yalnızca idarenin tek yönlü politika ve müdahalesi gerçekçi değil. Bunun bir de talep eden tarafının olması lazım. O yüzden geniş bir tabana yayılması ve de toplumun talep ediyor olmamız lazım. Seçimler yapıyoruz; genel seçimler, yerel seçimler; merkezi yönetimi ve yerel yönetimi belirliyoruz ancak bu seçimler sonrasında geride kalıp “seçtim ve gereğini siz düşünün” diyoruz. Kişilerin kendi can güvenliği ile ilgili haklarını tek bir seçim yaparak bir yönetime devretmesi gibi bir şey söz konusu olamaz. Beraberinde bunu talep edebilecek, politika oluşturmaya teşvik edecek kadar afet farkındalığının yerleşmiş olması lazım. Yani afet politiği içinde önleme kültürünün oluşması tek taraflı bir durum değil.
Yine seçim propagandalarında binlerce konut yapımının, konutları edinmek için kredilerin, yardımların vadedildiğini görüyoruz. Bir yandan da bir iklim krizinin içindeyiz, örneğin geçtiğimiz yaz İstanbul’da barajların doluluk oranı %18’lere kadar düşmüştü. Bu vaatlerin gerçekçiliği çok tartışılıyor ama bu tartışmaları bir yana bırakarak soruyorum, bu vaatleri iklim krizi bağlamında nasıl değerlendirirsiniz?
Deprem yüksek sonuçları olabilecek bir risk oluşturuyor ama iklim krizi de her gün daha fazla hissettiğimiz bir kriz ve yerel yönetimlerin elbette buna dair politika geliştirmeye ihtiyacı var, bizim de onları görmeye ihtiyacımız var. Peki, iklim kriziyle ilgili yerel yönetimlerden ne bekliyoruz? Bildiğiniz gibi merkezi düzeyde kurumsal yapı yeniden şekillendirildi ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na iklim değişikliği konusunda yetki ve sorumluluk alanı eklendi. Yine merkezi düzeyde, İklim Kanunu hazırlandı. Bir taraftan da yerel yönetimler iklim krizine adapte olmaya çalışıyorlar, kendi eylem planlarını yapıyorlar. Ama eylem planlarını harekete geçirebilen yerel yönetim sayısı oldukça sınırlı kaldı. Dolayısıyla kapımızdaki krize karşı yanıt verebilecek uygulamaları peşi sıra duymaya başlayacağız, propagandaların içinde olması son derece olumlu. Az önce söylediğim gibi toplumun dikkati, farkındalığı daha çok depremle özdeşleşen afetlere daha duyarlı, ama kentlerin iklim krizlerine de yanıt verebilir olması gerekiyor. İklimle ilgili krizler denildiğinde sıklıkla taşkınları düşünsek de bir taraftan da kuraklıkla ilgili sorunlar var sizin de söylediğiniz gibi. Yaz aylarında giderek artan sıcak dalgası sorunu var. Isınmaya ilişkin sorunlar biyoçeşitliliği etkiliyor, bireylerin sağlığını etkiliyor, temiz suya ve içmek suyuna erişimi etkiliyor. Tarım faaliyetlerinde böcek istilaları, türlerin azalması gibi pek çok soruna yol açıyor, ani yaz taşkınlarına yol açıyor ki Karadeniz’deki pek çok kentte de bu sorunları görmeye başladık. Bu çok çeşitli etkileri olan krizlere karşı da yerel yönetimlerin çözüm üretmesi gerekecek. Ama dediğim gibi burada eyleme geçmiş olan yerel yönetim sayısı şu an oldukça az. İnisiyatif alabilen çok fazla yerel yönetim olmadı, alabilenler de bir türlü uygulamaya dönemedi. Ama elbette şunu söylememiz gerekiyor, afete karşı çözüm üretmemek gibi bir lüksümüz kalmadı artık kaynaklar son derece sınırlı ama riskler son derece fazla. Aynı yerleşim yeri hem deprem riskine maruz olabilir hem taşkın riski taşıyabilir hem de sıcak hava dalgasına maruz kalabilir veya kuraklıkla baş etmek zorunda kalabilir. Her biri için ayrı ayrı çözüm üretmek, her biri için ayrı ayrı plan yapmak da çok gerçekçi değil. Dolayısıyla bizim bütün bu risklere yanıt verebilecek bir ortamımızın olması gerekiyor. Kentlerin de bunlara hazırlıklı hale gelmesi gerekiyor. Dolayısıyla kentsel altyapı sistemlerinden başlayacağız; ulaşım sistemlerini, kentin büyümesini, doğal alanlarla kurduğu ilişkiyi, taşıma kapasitesini, nüfusun dağılımını düşünecek politikalar geliştirmemiz gerekecek; bu politikalar bireye ve yapıya kadar inceltilecek kararlarla desteklenecek ve kentsel risklere de yanıt verecek. Burada önemli olan bir konu da yalnızca deprem için bir çalışma, bir plan yapılmasının yeterliliği meselesi. Bir yandan planların hazırlanması riski azaltmaya yetmez, uygulamaya dönmesi gerekir. Diğer yandan, çalışmaların tek afete odaklanması kenti diğer tehlike türlerinden kaynaklı risklere açık olmaya iter ve ona ilişkin çözüm geliştirilmesini engeller. Dolayısıyla çok daha bütüncül, daha kapsamlı düşünülmesi gerekiyor.
Deprem için az önce konuştuklarımızı, iklim kriziyle ilgili de sormak istiyorum. Yerel yönetimler iklim krizine ne derece etki edebilir? Bu alanda çalışan birisi olarak yerel yönetim seçimlerinin propaganda sürecini kendi alanınız açısından nasıl görüyorsunuz, değerlendiriyorsunuz?
Yerel yönetimlerin iklim kriziyle ilgili elinde pek çok araç var. Çünkü bu krizler, yerelin özgün koşulları gereği, yerel yönetimlerin tam da ilgi alanında, yetki sahasında. Her kentteki yerel yönetim şunları düşünmek durumunda; kentin bir nüfus hesabı üzerinden bir gelecek kestirimi yapmak mesela. İstanbul örneğine bakalım; taşıma kapasitesinin son derece üzerinde, kendi kaynaklarıyla nüfusunu besleyemeyecek sınırlara ulaşmış hatta aşmış durumda. Örneğin içme suyu Düzce’den geliyor. İklimi ilgilendiren konularda merkezi yönetimlerin yerel yönetimlerle işbirliği yapmasını gerektiriyor, nüfus konusu onlardan bir tanesi. Bölgesel gelişme planları, dengeli kalkınma yıllarında (60’lı yıllardan bahsediyorum) bölgesel planlar yapılırdı ve böylelikle nüfusun dengeli dağıtılması, istihdamın ve yatırımların dengeli dağıtılması için uğraşılırdı, politikalar geliştirilirdi. Bu politikalardan uzaklaştıkça nüfus belli yerlerde odaklaşmaya başladı. Özellikle ülkemizde liman kentlerinde, kıyı kesimlerinde ya da Anadolu’nun içindeki belli odaklarda ve de İstanbul’da yığıldı, önemli nüfus birikimleri meydana geldi. Dolayısıyla bu dağılım dengesiz bir gelişmenin de önünü açmış oldu. Yerel yönetimin iklim krizine dair politika geliştirebileceği bir diğer konu, doğal kaynaklarla gelişmenin sınırını belirleyebilmek. İçme suyu kaynaklarını, havzaları, baraj göllerini, ormanları, meraları, sulak alanları, tarım alanlarını düşünebiliriz. Bütün bunları korumak için kentleşmenin sınırını koymak gerekiyor. Aynı zamanda kentin büyümesinin biçimlenişi de belirlemek gerekli. Yayılacak mı, belli kanallar, koridorlar üzerinden mi gelişecek, yoğun biçimde belli bir yerde mi toplanacak gibi yaklaşımlarla kentin formunun belirlenmesi gerekir. Beraberinde arazi kullanım kararlarını da yerel yönetimler geliştirebilir. Hangi kullanımın nerede ve hangileriyle komşu olacağının, konut alanları, ticaret alanları, çalışma alanları, sanayi alanlarının yer seçimlerinin yapılması gerekir. Aslında bunlara karar verildiğinde afet riskli alanları da tespit etmiş oluyoruz. Benzer şekilde, ulaşım politikalarını geliştirebilir yerel yöneticiler. Alternatiflerin neler olduğu, karayolu bağımlılığının aşılması, toplu taşım sistemleriyle desteklenmesi, temiz, çevreci ve enerji etkin kullanımların geliştirilmesi, bisiklet hatları, yürünebilirliğin artırılması gibi politikalar yerel yönetimlerce oluşturulabilir. Bunun yanı sıra kentin içindeki açık alan sistemlerine dair de uygulamalar geliştirilebilir. Kente yutak alanlar kazandırmak, taşkın olduğunda suyun fazlasını orada biriktirmek ya da afet anında toplanma alanları oluşturmak gibi kararları da yine yerel yönetimler üretebilir ve bu alanları koruyabilirler. Bir diğer konu ise altyapı meselesi. Gri ve yeşil altyapı son dönemin çok popüler kavramları. Yağmur suyunu hasat edebilecek, seli önleyebilecek gri altyapı ya da geçirgen toprak, çim alanlar, yutak alan oluşturabilecek yüzeyler hakkında karar verebilirler. Ve son olarak yapılı çevrenin nasıl oluştuğuna, tasarımına karar verebilirler. Burada yapının yüksekliği, yapının geometrisi en önemli konuların başında gelecektir. Örneğin, bunlar kentsel ısı yönetimini etkileyecek, hava koridorlarının oluşturacak, yapılı çevrenin enerji tüketimini etkileyecek. Yine deprem açısından bakarsak; dönüşüm veya güçlendirme kararlarını almak, belli bir alandaki nüfus büyüklüğüne karar vermek, yapılaşma koşullarını tayin etmek ve denetlemek konuları da elbette yerel yönetimlerin yetki ve sorumluluğu altında, dolayısıyla bu seçim kampanyası döneminde ve hatta göreve geldiklerinde bence en elzem mesele bütün bunların planlanabilmesi. Kendi yetki sahaları içinde, kendi koşullarına özgü riskleri tespit edip, kentlerimizi nasıl daha dirençli hale getirebiliriz diye bakmak gerekiyor. Ama az önce söylediğim şeyi tekrar etmek isterim. Sadece depreme dirençli bir kent diye bir çıkış yapamayız, kenti sadece sellerden veya sadece taşkınlardan koruyacağım diye bir çıkış yapamayız. Bütün bu afetleri bir arada düşünebilecek bir yaklaşımı geliştirmeleri gerekiyor. Bu politikaların halktan da destek bulması, uzmanlarla hareket edilmesi ve sizlerin de söylediği gibi merkezi yönetimle de işbirliği içinde olunması gerekiyor. Bireylere düşen hem talep etmek hem de denetlemek. Bütün bu mekanizmaların birbirinin hem tamamlayıcısı hem de denetleyicisi olarak sistemde olması gerekir.