15.01.2023
Saat:10:05
Sevgili kardeşim Özgür,
Lafa yine orta yerinden girmişsin “yeni anayasa (pardon müstakbel) elimizden alınanların onarımını mı amaçlasın yoksa insanı esas alan yeni bir söz mü içersin?”
Ben de oradan devam edeceğim, ama önce bir feryadım olacak. Bu kadar ferah feza anayasa konuşabileceğimiz bir anda mıyız? Ben hiç emin değilim. Karşımızda çok ciddi bir vaziyet, devasa görevler, sorumluluklar var. Yani “ütopya”dan yahut hedeften –öyle basitçe- vazife türetilemeyeceğini biliyorsak, öyle büyük laf edip somut sürecin altına girmekten kaçmak ve kaçanlar bizden uzak olsun. Ama ısrarcı olsak bile “yeni anayasaya” epey bir mesafe var diye düşünüyorum. Hadi, lafıma tenkisat olmasın; biliyorum!
Yine de madem hukuk zaviyesinden de kafa yoruyoruz ve antrenmandan zarar gelmez, buradan devam edeyim ben de…
Aslında söyledim, eskiyi ihya ya da senin ifadenle “elimizden alınanların onarımını amaçlamak” bizim aklımıza yatmaz. Hem demokrasiyi kazanmak için hem özgürlükler bahsinde hem de hakları getirip getirip “devletin mali olanakları” ile sınırlayan “eski” yerine şöyle ferah feza bir tartışma/kaleme alma çeker canı azıcık bu işlere meraklı herkesin canı.
Ama dedim ya “yapı yeri bayram yeri değil”, her şey gönlümüzden geçtiği, aklımızın yattığı gibi olmuyor, olamaz da…
Günümüzün, hatta istibdat karanlığını aşarken ve aştığımız andaki nesnellikler tayin edici olacaktır. Tabii ki “irade”, iradenin ifade ediliş biçimi, onun arkasına nasıl ve ne kadar toplumsal/politik yığınağın yapılabildiği de önemli bir bahistir, ama nesnelliğin önemini bir nebze daha vurgulu konuşmak gerektiği kanısındayım.
Diyelim işçi sınıfının sendikalaşma oranı 12 Eylül’den bu yana istikrarlı biçimde azalmayı sürdürürken sınıfın talepleri ile ilgili nesnel bir kısıt ihtimal dahilinde değil midir?
Bence burada elimizi çok güçlendiren başka bir “nesnellik” hatta (sen belki gıcık olacaksın ama ) “yasallık” söz konusu. Şöyle ki buraya girdiğimiz o anda ve sonrasında ilk görüşmeden dışarıya ses ulaştırabildiğimiz ilk anda söyledim ve hemen sonra yazmaya çalıştım: “Cumhuriyetimizi savunmak için dahi onu demokratikleştirmemiz zorunlu. Cumhuriyetimizi savunacağız ve onu demokratikleştireceğiz…” Sen Rousseau’ya kadar gitmişsin. En meraksız insanımızın bile kulak kabartmasına ihtiyaç var, yeni bir “toplumsal sözleşmeye” ihtiyaç var. Hatta bu zorunludur. Bu yeniden kuruluş da demokratik ve çoğulcu olmak durumundadır. Yani hem sözü hem kararı hem de denetimi halka açmak, toplumsallaştırmak ve eşzamanlı olarak toplumun farklı kesimlerinin tüm farklılıkları ile birlikte müşterek yaşamının tesisini sağlamak gerekiyor. Bu çoğulcu demokrasi meselesi, bunun yasası yada anayasası sadece başkalarının değil bizim de birinci gündemimizdir. Yani bu “Demokratik Cumhuriyet” mücadelesi bizim de omuzumuzdadır, onu kazanmadan hiçbir şeyi kazanamayacağız.
Az önce sözünü ettiğim nesnellik tam da buradadır. Neoliberalizm marifetiyle her şeyin piyasa koşullarına teslimi ve dipsiz finansallaşma ile tahrip olmuş toplumsal yapının çoğulcu bir demokrasi üretemeyeceği, hadi üretti diyelim koruyamayacağı nesnelliği… İster “çoğulcu demokrasi” diyelim ister “Demokratik Cumhuriyet”, esas olarak muktedir yurttaşlara ihtiyaç duyar; muktedir yurttaş ise özgürlükleri ve mutlaka hakları, hasseten de sosyal hakları nisbetinde muktedir olabilir, kalabilir. Meramımı anlatabildim mi? Soruma vereceğin yanıt üzerinden bu bahse devam ederiz.
“Devletçi” ilan edilmek demişsin, filanca edebiyat eserindeki falanca vurgu nedeni ile bir yazarımızı “devletçi” ilan edenlerden söz etmişsin… Allah onların müstehakını versin, diyeceğim. Onlara başka da söz demeyeceğim.
Bu “devlet” meselesi mühim, çok mühim. Malum, zat-ı âliniz ile de temel anlaşmazlık konumuz. Şimdi, Toraman kusura bakma hiç, ama kapattığın köşeden bir gol yiyeceksin! Cem Eroğul’un Devlet Nedir kitabı çok önemlidir, üzerine daha fazla konuşmamızı fazlasıyla hak ediyor. Eroğul devleti sadece zor aygıtı hatta egemen sınıfın zor aygıtı olarak özetleyen, bu özetin bir ucuna da ideolojik işlevini ekleyen Marksizme (!) esaslı bir eleştiri yöneltiyor. Marx, diyor Eroğul “devletin bu iki niteliğinin yanı sıra ve bunlardan daha da önemli olmak üzere devletin var oluşunun ancak üretici güçleri geliştirmek ile izah edilebileceğini vurgular”. Başka bir söyleyişle devletin “zorun tekeli” olarak izahının eksikliğine ve onun esasen üretici güçleri geliştirmek özelliği ile meşruiyet bulduğunu yahut bulmadığını söylüyor. Eroğul’un bu katkısı okuyucusu olarak bizlere biz dizi kapı aralıyor. İkisini söyleyeceğim; devletle ilgili tüm fikirler/yorumlar bu temel üzerinde konuşulmalıdır, bu birincisi. İkincisi, devletin toplumsal/sınıfsal mücadeleler tarihi içinde kazandığı demokratik yönlerini değil önemsiz görmek, aksine sahiplenmek gerekir.
Nasıl?
Şili ve Kolombiya “tatsız” deneyimlerine değip geçmişsin. Kolombiya ile ilgili bir şey diyemeyeceğim, üzerine hem okumak hem de söyleşmek gerekiyor. Ama Şili ile ilgili hemen söylemek istediğim şey şu: Günümüz dünyasında her türden “maksimalizm” bir devrimcinin evleviyetle uzak durması gereken şeydir. Kenara yaz bunu! Ama biz Şili’de ve Kolombiya’da olanı olmayanı okumaya devam edelim. Benim için daha acil mesele Macaristan örneği. Bizim ilk elden oraya daha yakından, çok daha yakından bakmamız gerekmez mi?
Toraman, “kimlerle neyi değiştirebiliriz peki?” demişsin, esas soru budur bence.
Talip olan herkesle beraber, çoğulculuk ve demokrasi için mücadele etmeliyiz; o şahane slogandaki gibi “omuz omuza”. Vakit müşkülpesentlik vakti değildir! Biz de geniş “koalisyon” içinde, emeğin haklarından yana ağırlık koymaya odaklanmalıyız.
Rahmetli Yılmaz Abi’nin Cumhuriyet’e fena halde haksızlık yaptığını düşünüyorum. Daha doğrusu “Osmanlıcılık” nutku çekenin ağzına biber sürerken Mustafa Kemal’i Mustafa Kemal yapanın mevcut paradigmayı aşmak ve 1908’in kelamında ısrar ederek yola devam etmesi olduğunu düşünüyorum.
Bak! Yılmaz Abi de anısı ile yaşıyor…
Baki ilk selam
Ş. Can Atalay
Dışarıdan İçeriye İkinci Mektup: Nerede Kalmıştık?