Koca çınar ağaçlarının altında, Karabağlar yaylasındayız. İki kişilik bir masanın etrafında eşeliyoruz zihinlerimizi. Olabildiğince açık sözlüyüz, destursuz konuşuyoruz, konuştukça da açılıyoruz. Memleket meselesi, bizim meselemiz sonuçta. Hayali masamızda bize eşlik ediyor. “Devlet” deyiveriyoruz tek bir ağızdan. Yurttaşına eşit koşullarda eşit fırsatlar tanıyan, onurlu bir yaşam için gerekli koşulları hazırlayan ve eşit yurttaşlığı temin eden “Devlet”. Nasıl mı? Hadi biraz konuşalım.
6.12.2022
(10:30)
Sevgili Can’ım, arkadaşım,
Son görüşmemizde yanında ayrılırken yağmur çiseliyordu. Binanın yanındaki küçük yokuşu çıkarken kafamı çevirdiğimde göz alabildiğine uzanan ayçiçeği tarlasını gördüm. Yağmuru da yiyince iyice kabarıp kararmıştı toprak. İlk aklıma gelen şu güzelim tarım arazisine bina mı yapılır demek oldu. Mülk sahibi olsan sana da kızardım ya kiracısın sonuçta. Yokuşun başına gelince yeniden baktım; ayçiçeği tarlası, telli duvar, ara yol ve asıl bina var aramızda sadece dedim kendime. O anda niyeyse iyi gelmişti.
Seninle baş başa, sakince oturup konuşmayalı çok oldu. Bunun kısa zamanda mümkün olamayabileceğini de hesaba katınca ihtiyaçtan zorunluluk doğdu. Derdim, koşturarak gittiğimiz için soluklanmaya, düşünmeye, eskilere yeniden bakmaya olanak bulamadan her başlığı aynı anda konuşmak zorunda kaldığımız bu ortamla. Ortamın kendisini dert edindim, evet. Ben hem koşamam hem hızlanamam hem de her yere yetişemem, malum. (Dilbilgisi zabıtaları bu cümleye kızar ya boşver, şurada baş başayız) Senin gibi değilim işte, ne yapalım. Aklımda dolaşıp duranları seninle tartışmayı çok istediğim için bir yol düşünürken kendime dedim ki arkadaşımı zihnime davet ederim; zihnimdeki masamızda oturur, güzelce konuşuruz.
Masamıza hoş geldin.
Tahmin edeceğin gibi bizim Karabağlar Yaylasındayız. Yaylası şehrinden aşağıda olan tek yer! Koca çınar ağaçlarının altına kurdum masayı, güneş de usuldan devriliyor. Acelemiz yok nasıl olsa, önden birer çay söyledim. Derin birer nefes alalım. Aldık mı? Güzel.
Şimdi, epeydir yazdıklarını okuyorum, sözlerini yazdıklarından işitiyorum. Bir derdin var anlıyorum; o derdin ne olduğunu kendimce seziyorum. Ama kafamda sorular var, bunları sana sorayım istiyorum. Bir de bu aralar okuduklarımdan öğrendiklerimi seninle tartışayım diyorum. Bir çay daha?
Can’ım,
Eşitlik olmadan özgürlük olmaz diyorsun yazılarında, anladığım kadarıyla. Değil mi? Bu eşitliğin farklılıkların ortadan kaldırılması gibi saçma bir hedefi olmadığı da malum. O halde, insanın insan olmaktan kaynaklı onurunun korunması görevini üstlenmesi beklenen devletler bu görevlerini hangi araçları kullanarak ve ne yolla yerine getirecekler? (Anayasa 101 dersinde gördük mü gerçekten biz bu soruların yanıtlarını? Ben hatırlamıyorum gerçekten)
İstanbul’a ilk gittiğimde ve seninle henüz tanışmadığımız o kısa dönemde İstiklal Caddesinde yol kenarlarına çökmüş yaralı hayvan gibi bakan çocuklar görmüştüm. Çocuklar görünmez olmuştu sanki, yanlarından gelip geçiyordu insanlar. Ben onları görüyordum, gördüklerime dayanamıyordum. Yol boyu ağlıyordum. İnsanların onları nasıl görmeyebildiklerine sadece şaşırmıyordum, öfkeleniyordum da gelip geçebilenlere. O zamanlar, insanlar onları görüverseler sorunlar çözülürmüş gibi geliyordu bana. Bu nedenle sokak çocukları hakkında hazırladığımız yazı dizisine Kayıp Kentin Çocukları başlığını koymuştuk arkadaşlarla. O kent vardı, ama bakarsan görüyordun, gördüğünde yalnız kalıyordun.
O çocuklarla AMATEM’de, sokakta, Haliç’te takıldıkları yerlerde konuşmuştuk. Diğer “şehirden” gelenlere ilk yaptıkları korkutmaya çalışmak oluyordu. Çünkü ölesiye korkuyorlardı. Gel hele napıyorsun bakalım dediğimde sokulmaya başlıyorlardı. Ben bunu üniversite yıllarımda çocuk esirgeme yurdunda gönüllü çalıştığımda da görmüştüm.
Yıllar içinde pek çok ruhu yaralı, öfkeli, korkmuş insanla nasıl hasbihal ettiğini gördüm senin. Seni izlerken kendime şunu derdim hep “O da başka türlü yaraları olan bir çocuk ve o nedenle yaralı olmanın ne demek olduğunu anlıyor”. Katılır mısın buna? Bir çay daha alır mısın? İstemez misin? Tamam, masayı kursunlar ufaktan.
Anlattıklarımı hatırlama nedenim zihnimde okuduklarıma eşlik eden kimi görüntüler aslına bakarsan. Tahrir Meydanında toplananları her akşam canlı yayında izlerdim. Bir gece askerin de sokakta olması nedeniyle çatışma yükselirken Kahire Müzesi’nin avlusuna yatmıştı bir grup. Onlarla görüşen gazeteciye “Bunlar da geçecek elbet, ama içerdekiler bizi bizi yapanlardır ve tüm insanlığın da ortak malıdır” demişlerdi. Bedenlerini tarihi korumak için bahçeye yatırmışlardı. O günden beri düşünüyorum bunu. Irak’ta Bağdat Müzesi müdürünün talandan sonra nasıl ağladığını hatırlıyorum mesela. Hatta yine o müze müdürü kaçırılanların izlerini sürüp internetten satış yapıldığını öğrenince “alıcı” olmuş ve 800 ABD Dolarına Gılgamış’ın kayıp parçasını almış!
Çalan da satan da bir eder koymuş ama değerini kim bilmiş? Çok dağıldım yine değil mi? Aslında dağılmadım. Bir parkın, bir yeşil alanın üstelik öyle kendiliğinden olmuş, serpilmiş de değil yani, park işte adı üstünde park! O parkın park olarak kalabilmesi ve İstanbul’da kenarı kıyısı kemirile kemirile gidenlerden elde avuçta kalanların korunabilmesi için verilen mücadelede bedelin ağırlığının nedeninin kimileri için kaybedilen “ederle” ilgili olup olmadığını düşünmeden edemiyorum.
Bu bir yönü tabii. Bir de o kayıp kentin çocuklarının bu olup bitenle ilişkisini düşünelim. Yine o yeşillikler üzerine kurulmuş çok katlılarda yaşayan, çalışanlar için bu olanların anlamını düşünelim. Sen diyorsun ki “O gün oraya itirazı olan itirazını alıp geldi”. Tayfun Kahraman da diyor ki “Bu aşağıdan bir kardeşleşmeydi”.
Başa doğru sıçrayalım burada. Peki, insanın insan onuruna yaraşır bir hayat yaşamasıyla görevli olan devletler için itirazların anlamı nedir ve ne olmalıdır? Sen duruşmalarda bunu Anayasanın bütünlüğü ile anlatmaya çalıştın, ama hakim bilgisayar ekranına bakmakla meşguldü. Pek dinlediğini sanmıyorum. Belki de umursamamıştır, olabilir tabii. Neyse, o değil de acılı atom nefis, tam senin seveceğin türden.
Gelelim başka bir ayrıntıya. İtirazı öfkeden ayıran nedir sence? Ayrılmalı mıdır o da ayrı mesele.
Bizim Eşit Yurttaşlık Sosyal Anayasa metnine, koşulların eşitsizliği ortadan kalkmadan fırsatlar eşit olarak kişilerin karşısına çıkmaz yazmıştık. Buraları daha belirgin hale getirmek için çalışalım dedik, olmadı.
Böyle güzel, fiyakalı bir cümle kurmuşuz, ben de beğendim bak yeniden okuyunca. Ama bunu yazanlar ne demek istemektedirler? (Lise edebiyat derslerinde bize okutulan kötü ders kitaplarında metin özeti olurdu ya ‘şair burada hayatını çöle benzetmektedir’ diye. Aklıma o geldi. Sakallı Celal haklı Hocam, cahilliğin bu kadarı ancak eğitimle mümkün)
Sosyal haklar marifetiyle insanın onurunun korunmasından mı söz edilmektedir? Yoksa insanın insan onuruna yaraşır bir hayat sürmediğinin tespit edilmesi üzerine yürütülen mücadele ile kazanılanların kaybedilmekte olduğu tespitiyle geri kayışın durdurulması ve mümkünse ileri adım atılması mıdır söz konusu olan?
Her zamanki gibi daldan dala atladım ve çok konuştum. Ben bir soluklanayım, bir ara çayı alayım. Sen de ister misin?
Özgür Erbaş
Can’ın cevabı için;