Koca çınar ağaçlarının altında, Karabağlar yaylasındayız. İki kişilik bir masanın etrafında eşeliyoruz zihinlerimizi. Olabildiğince açık sözlüyüz, destursuz konuşuyoruz, konuştukça da açılıyoruz. Memleket meselesi, bizim meselemiz sonuçta. Hayali masamızda bize eşlik ediyor. Devam ediyoruz konuşmaya.
12.12.2022
(10:30)
Can’ım, arkadaşım,
Nerede kalmıştık? Müstakbel anayasamız, elimizden alınanların onarımını mı amaçlasın yoksa insanı esas alan yeni bir söz mü içersin; bu sorunun yanıtının netleştirilmesinin öneminden konuşuyorduk. Hem çayımı yudumlayıp hem seni dinliyordum.
Mesele anayasa ise Jean-Jacques Rousseau’yu dönüp okumamak olmaz. Girişteki birkaç cümlesi çok güzel. “Sen kral mısın yoksa yasacı mısın ki politika üzerine yazıyorsun diye soracaklara yanıtım şu olur; ben ne kralım ne de yasacı; onun için politika üzerine yazıyorum ya!” Sonra diyor ki “Özgür bir devletin yurttaşı ve egemen varlığın bir üyesi olarak dünyaya geldiğim için, kamu işlerinde sözümün etkisi ne denli az da olsa, oy verme hakkım bu işleri öğrenmek görevini yüklenmeme elverir”.
Aman aman Kemal Tahir’i Devlet Ana’yı yazdı diye “devletçi” ilan edenlerin hatasına düşmeyelim sakın. Rousseau, gücün kaynağını ve denetiminin olanaklarını burada araştırıyor olsa da İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kökeni’nde açıkça “herkese ait olanın bir parçasının etrafına çit çeken o ilk kişiye ‘sen neden saçmalıyorsun’ denilseydi başka bir hayatımız olurdu” diyene saygıda kusur etmemeliyiz, değil mi?
Nihayetinde oy veriyorsak bunları da öğrenmek zorundayız dediği yerden devam edersek, uzun zamandır siyasetin maaşlı siyasetçiler tarafından yapılması gerektiğine dair iddialara 260 yıl önceden verilmiş bir yanıt işte. Ancak bizim seçimlerin olası iki sonucunun da bu iddiayı reddettiğini düşünmüyorum açıkçası.
Karar alma süreçlerinin, hakkında karar verilenlere kapatılmasına karşı mahkemeler marifetiyle müdahale şansı arayan bizler için de üzerine düşünülmesi gerekenler var tabii. Önümüzdeki dönemde kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşları eliyle yürütülen bu katılma çabasının budanmak isteneceğini düşünüyorum. Mesleklerin vasıflarını yitirmesiyle bunun daha da kolaylaşacağı açık. Sen ne düşünüyorsun bu konuda? Bak ben unuturum, sen unutturma; prekaryalaşma meselesini de konuşalım bir ara ve buraya yeniden dönelim. Olur mu?
Böyle birden lafa dalıp unuttum, ara sıcak ne alırsın? Biz önden yoğurtlamamızı isteyelim de…
Ne diyordum? Evet burada da bir sıçrayıp geri dönebiliriz. 1961 Anayasasında “değiştirilmesi teklif dahi edilemez” olan cumhuriyetin kendisi. 1982 Anayasasının Kenan Evren’in yüzünde cisimleşen “aklı” ile uydurulan ilk dört madde ile işte 40 yıldır boğuşuyoruz. Öncesini bilmeyen, hatırlamayan, merak etmeyenlerin inatlarını veya hassasiyetlerini diyelim üzerine inşa ettikleri yeri de buraya bakarak anlayabiliriz belki, değil mi? Kim, neyi korumak istemektedir?
Bak bunu söylerken aklıma geldi, mesela Fransa’daki aşırı sağın kökü Cezayir’den kovalanan ve malı mülkü orada bırakan zenginlere dayanıyormuş. O halde bir Cezayirli Fransız eğer kendisi de sömürgenin özgürlüğü nedeniyle kaybetmişse aşırı sağcı olabiliyor değil mi? Şili’deki güzelim anayasanın küt diye reddedilmesinde, Kolombiya’da çatışmanın sonlandırılmasına dair referandumda “hayır” çıkmasında okunup anlaşılacak derslerimiz var bence. Sen ne dersin?
Dönelim mevzumuza. Senin yazılarında da ısrarla vurguladığın demokrasinin demokratikleştirilmesi talebinin de ucunun değebileceğini düşündüğüm bir bölüm daha var. Rousseau sözleşmenin kökünü araştırırken o ana kadar olan salınımları görmüyor değil. Eşitlikten kast edilenin hukuken eşitlik olduğunu söyledikten sonra yine dipnotta şöyle diyor:
“Kötü yönetimlerde bu eşitlik yalnız görünüşte kalır ve aldatıcıdır; yoksulu yoksulluğunda, varlıklıyı da zorbaca ve kurnazca hazıra konuşunda alıkoymaktan başka işe yaramaz. Gerçekte, yasa her zaman malı mülkü olana yararlı, olmayana zararlıdır. Bunun sonucu olarak, toplum hali insanlar için, hepsinin bir şeyleri olması ve hiçbirinin gereğinden çok şeyi olmaması halinde yararlı olur”.
Bu arada Hugo Grotius için, sığındığı ülkenin kralına hoş görünmek için yetkinin insanlara değil krala ait olduğunu yazmasa maaşı da profesör unvanı da olmazdı demiş ya, of of of! Buradan “yandaşlık” meselesinin de taptaze olmadığı sonucunu çıkarabiliriz belki, ama oraya varmayalım şimdi. Ama o başlığı da konuşalım tabii. Bu arada Grotius deyince insanın aklına elma gelmemesi lazım aslında ama canım meyve istedi. Alalım değil mi?
Tam yeri değilse de güncel bir başlığa burada bir göz atılabilir. Kent hakkı mı ekoloji mi barınma mı hepsi birden mi diye uzayıp gidiyor ya tartışmalar. Rousseau “Eskiden site şimdiyse cumhuriyet veya politik bütün kişilerden oluşur” dediği yerde bir dipnot var; site kelimesinin geçmişine dair. Onu olduğu gibi okuyorum bak dinle. “Bu sözcüğün gerçek anlamına yeni yazarlarda hiç rastlanmıyor. Çoğu, kenti site, kentliyi de yurttaş ile karıştırıyor. Kentin evlerden, sitenin de yurttaşlardan oluştuğunu bilmezler”.
Çok güldüm buna; “Yeni yazarlar bilmez” diyor! Bunu okuyunca aklıma James C. Scott’ın Tahıla Karşı kitabı geldi. O da, tarihi tarım devriminden başlatmak, esasen devletin tarihi ile sınırlı bir okuma ve anlama dayatmasının sonucudur, diyor. Nihayetinde neolitik dönemden beri aslında “doğal” denilebilecek bir alanın kalmadığını söylüyor. Çevre mücadelesi için biraz sert bir itiraz olabilir mi? Gerçi çocuklar peyzajı doğa zannediyor artık, ne fena! Bizden öncekilerin bize olan borcundan çok daha fazlasını borçlandık çocuklara yani bana öyle geliyor. Bu da zoruma gidiyor.
Kimlerle neyi değiştirebiliriz peki?
Neyse, yine çok dağıldım. Bizim siyasi partiler kendilerini tanıtırken kadrolarının yetkinliğinden söz ediyorlar ve bunu da liyakat esasının yerine getirilmesinin güvencesi olarak gösteriyorlar. Montesquieu demiş ki “Toplumların ilk günlerinde cumhuriyetin başları kurumları kurar, sonra da kurumlar başları yetiştirir”.
Müstakbel “kurucu” kadroları dinlerken aklıma bizim Yılmaz abinin (Öztürk) sözü geliyor. “Osmanlı Mustafa Kemal’i, Cumhuriyet de Demirel’i yetiştirdi” derdi ya… Osmanlı’nın önemine dair uzun bir söylev çeken birine söyledim bunu; sanırım en iyi o anladı Yılmaz abiyi.
Azıcık Grotius elması yiyeyim. Bir ara çay daha içeyim, boğazım kurudu.
Özgür Erbaş
Can Atalay Cevap Veriyor; İçeriden Dışarıya İkinci Mektup: Kimlerle Neyi Değiştirebiliriz?