19.12.2022
(12:10)
Can’ım, arkadaşım,
Kimlerle neler yapılabilir sorusunu aslında senin yanıtını merak ettiğim için sorduğum gibi kendime de soruyorum, farkındasındır. Sorunun yanıtını bulabileceğimden değil tabii, ama okuduklarımdan kafamda birikenleri bir düzene koymama yardımcı olabilir belki yanıt verme çabası.
Meselemiz anayasa ile ne yapılmasını istediğimizdir. Birlikte bir genel çerçeve yazmaya da çabaladık, malum. Orada söylenenlerin somutlaştırılması gerektiğini ikimiz de biliyorduk. Şimdi kendime “Peki o gün neden daha açık ve net yazmamıştık, yazamamıştık” diye soruyorum mesela. Tercih mi etmemiştik? Becerememiş miydik? Bir çerçevede olması gerekenlerin yazdıklarımız olduğuna ikna mı olmuştuk? Ülkemizde 150 yıldır anayasalar yapılıyor, ama durmadan anayasal sorunlar çıkıyor; sorunun aşılması için çözüm diye yapılanlar yepyeni sorunlara neden oluyor. Peki, bu neden böyle oluyor?
Bence, özellikle 1980 sonrası hukuk eğitiminin kurgusu bizleri dumur etmiş, bunu kabul etmek gerek. Yöntemi içermeyen eğitimde, hukukun felsefeyle, sosyolojiyle, iktisatla, tarihle ilişkisi koparılınca geriye esasen teknik eğitim kalıyor. Teknikerler neden sorusunun yanıtını bulabilecek donanıma sahip olmuyorlar. Böylelikle gelişme duruyor; sorunların çözümünü benzetmelerle, ek okumalardan öğrendiklerinle bulmaya çabalıyorsun. Bunları tekrar etmemin nedenini biliyorsun tabii.
Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya’nın “Her anayasal değişiklik bir iktisadi dönüşüme denk gelir” sözünü hukuk fakültesinde hiç duymamış olmama duyduğum bitmeyen öfkemden hatırlarsın. Bu öyle bir cümle ki hukuk öğrencisinin tüm okuma ve anlama sürecini değiştirebilir; anayasal değişikliklerde “Peki şimdi ne oluyor da anayasa değiştiriyoruz” diye soruvermesine de yetebilir.
Teknikerlik dediğim eğitimin içeriğine dair bir itiraz da Prof. Dr. Bülent Tanör’den ta 1978 yılında gelmiş mesela. İlk baskısından beri uykuda kalan metin nihayet yeniden basıldı; bu kitabın 2022 yılında ikinci baskısını yapmış olması bile bizim hukuk ortamımıza dair bir göstergedir bana kalırsa.
Bülent Hoca, Anayasa Hukukunda Sosyal Haklar kitabında sosyal haklara dair tartışmanın “teknik” olarak çözümlemesini yapanlara şu yanıtı veriyor: “… insan hakları teori ve pratiğinin 150 yıllık serüvenini ‘devletin olumlu edimlerini gerektirmeyen klasik haklar’ ile ‘devletin olumlu edimlerini gerektiren sosyal haklar’ ayrımına indirmekle büyük bir basitleştirmeye de başvurmuş oluyor. Ayrım ölçüsü olarak ‘devletin edimlerinin niteliği’ gibi son derece dar ve ufuksuz bir kavrama bel bağlayan bu kriter, klasik haklarla sosyal hakları besleyen sosyal tepkilerin karşıtlığını gözardı ediyor, bu hakların temelinde yatan sınıfsal çelişki ve mücadeleleri ortaya koymuyor ve sonuçta bu çelişkilerin günümüzde de devam ediyor oluşunu adeta gözlerden saklamak ister gibi bir duruma düşüyor”.
Cümlenin netliğine, güzelliğine bakar mısın? Anayasa ve idare hukuku derslerinde Bülent Tanör’ün adının neden anılmadığını “anlasam” da öfkelenmekten vazgeçmeyeceğim! Öfkeleniyorum çünkü, devlet büzüşsün, her bir işi de şirketler yapsın diye kabaca özetlenebilecek safsataları sıralayan Hayek efendinin sözümona özgüvenine gözüne ışık tutulmuş tavşanlar gibi hayran olanlara karşı da bizi savunmasız bıraktılar.
O savunma “siyaset” ile yapılabilir tabii, ama hukukun kendi yöntemi içinde bir tartışma yürütmek bambaşka bir donanım ister ve o olmadığı için siyaseten konuşmak zorunda kalmış da olabilirsin. Benim derdim biraz burada. O nedenle şimdi, ufukta bir anayasal değişiklik olduğu kesinleşmişken ne tür bir iktisadi dönüşümün içinde olduğumuzu, bu dönüşüm içinde çıkarları çatışanların kimler olduğu ve bunların hangi noktada uyum sağlayacağının tespitini yapmak zorundayız sanırım.
Yine fazla konuştum, sen de hatırlatmıyorsun! Ana yemeği söyleyelim mi? Erken diyorsan midye tava istiyorum, olur mu?
Bak aklıma ne geldi? Otostopçunun Galaksi Rehberini okumuş muydun? Hikaye şöyle başlar: Gizli saklı imar düzenlemeleri ve kararlarıyla evinin otoyol yapılmak üzere yıkılacağını son anda öğrenen kahramanımız başka yapacak bir şeyi kalmadığı için vincin önüne yere yatar. Onu ikna etmeye çalışanlar suçun kusurun onda olduğunu söylemeye devam ederler ve tam o anda dünya patlar! Çünkü galaksiler arası müteahhitlik yapan şirket aldığı yol ihalesinde yolu kısaltmak için dünyanın patlatılması gerektiğine karar vermiştir.
Sırf yol masrafı azalacak diye koca gezegen patlatılır mı! Sırf yol kısalacak, masraf azalacak, şirketin cebine para girecek diye kuşların göç yolu bozulur, yaban hayvanlarının yuvaları dağıtılır, zeytinlik kesilir, İda Dağı delik deşik edilir, koca mahalleler darmadağın edilip hafızalarıyla birlikte evler de yıkılır mı? Demek ki o da olur.
Bunu deyince aklıma Tahsin Yücel’in Gökdelen’i geldi. Etrafı gökdelenlerle çevrilen kondusunu yıktırmayan, direnen kişinin evinin etrafını kazıyorlardı romanda. Fikirtepe’de birebir aynısı oldu, sen daha iyi bilirsin gerçi. Distopyaları yaşıyoruz falan diyorlar ya distopyaların tamamının içinde umut gizlidir. O karanlık zamanı yaşadığını idrak etmek mesele tabii de çıkışa dair esaslı bir yeni söz duyamadık ya sıkıntı ondan kaynaklanıyordur belki. Durmadan Gramsci’nin eskisi ölüyor, gelmekte olan belli değil mealindeki cümlesi yine bize has biçimde bağlamı, altı üstü kesilmiş olarak çevrilip kullanıyor. En yeni furya Agamben’in İstisna Hali’ne atıflar yapmak. O da onu demiş bu da bunu demiş diye “tartışıp” “fikirlerimizi” yarıştırmamız da pek eğlenceli değil mi?
Bunların dışında gerçek olan çabalar, emekler yok mu, elbette var. İstanbul’da ada pafta parsel sayarak anlattığın değişikliklerin her biri için ne kadar çok emek harcadığını biliyorum. Seni takip ettiğiniz diğer dosyalardan tanıyor daha çok insanlar, böyle olması da doğaldır tabii, ama diğer emeğinin bu kadar görünmez hale gelmesinden pek hoşlanmadığımı da söyleyeyim sana.
Sinirlendin mi? Sinirlenme yahu, humusla fava söyledim sana.
Dağınık gidiyorum farkındayım. Ama biz seninle böyle konuşuruz. Biraz caz gibi, dağılıyormuş gibi ama değil; bir hattın üzerinde ama katılanların gezinmelerine de izin veren bir rahatlık. Yeter ki gezip gördüklerini buraya da kat, birlikte daha güzel olalım. İşte bizim sohbetimizin güzelliği de bu bence.
Şimdi, kimlerle neler yapabiliriz sorusuna yanıt arıyorum kafamın içinde dedim ya. Prof. Dr. Bilsay Kuruç’un, Prof. Dr. Korkut Boratav’ın yazılarını okuyorum. Keyifle okuyorum, öğrenerek okuyorum, heyecanlanarak okuyorum. Borçlandırılarak da olsa yaratılmış refah hissinden, her sistemin kendi döngüsüyle birlikte kendi insanını da yaratmasından sıkça söz ediyorlar. Yine son zamanlarda bir görünüp bir kaybolan prekaryalaşma tartışması var bir yanda.
Ben ilk defa Proudhon’da görmüştüm; kelimenin kökü “duacı olmak” anlamına geliyor. Güvencesizliğin yarattığı insan halini o da anlatıyordu. Şimdi diğer sosyal dokuların, tüm benzerini bulma yani örgütlülüklerin dağılmasının, işyerinin-iş arkadaşının-mesainin anlamının değişmesinin yarattığı başka bir aşamadayız. Kendinden başka kimseye güvenemeyen, ortak hafıza ve değerlere sahip insanlarla bir arada olamayan, değil ertesi yılı bir sonraki ayı veya haftayı hesaplayamayan, hayal edemeyen sürekli kaygıyla yaşayan insanlar yarattı sistem. Eskiden bu tür kaygıları pek olmayan avukatlar, doktorlar, mimarlar, mühendisler de buna katıldı tabii. Daha önce demiştim ya mesleklerin kendi özerklikleri aşınırken meslek örgütlerinin hem işlevini hem geleceğini ayrıca konuşmak gerek diye. Biraz da bu nedenle söylüyorum bunu.
Bunu yeni insan halinin yönetilmesi için de “babacı” yönetimler uygun görülüyormuş mesela. Kadri Gürsel sigaraya karışıyor diye cümlenin yarısını söyleyip bırakmış zamanında “Babamız olmak istiyor” yazısında. Esasen bu “babacı” yönetimler kimlerin vatandaş yani öz evlat kimlerin evlatlık veya yanaşma kimlerin yabancı olduğuna rahatça karar verebiliyorlar.
Yeni insan tipi sayılan “prekaryanın” vatandaşlık statüsünü evlatlık olmaya benzemiş Guy Standing kitabında. Yine ürküten bir tespit daha yapıyor, kamusal olana dair hiçbir hisleri olmayan bu kişiler bu uğurda mücadele etmeyecekleri gibi kendi çıkarları için yürüttükleri mücadelelerde son derece “fırsatçı” olur diyor.
Kimlerle neyin mücadelesini verebiliriz? Biraz karamsar duruyor olabilir tabii, ama herkes kendi ömrünün bir kısmını “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana -sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece ‘daha’ sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi” diye özetleyebilir değil mi?
Hakikaten boğazım kurudu. Sen anlat da ben dinleyeyim. Bir de ara çay söyleyelim.
Özgür Erbaş
Can Atalay Cevap Veriyor; İçeriden Dışarıya Üçüncü Mektup: İşçi Sınıfımız Lehine Anayasal Gelişmeler