Yrd. Doç. Dr. Serkan Gölbaşı
Kriminoloji gerek araştırma objesi açısından, gerekse bu araştırmalar sonucunda ortaya koyduğu sonuçlardan ne şekilde yararlanılabileceğinin politikadan soyutlanamaması nedeniyle bilim olma niteliği ve eğer öyleyse de nasıl bir bilim olduğu tartışmalı bir disiplin. Öncelikle suç, hukuk tarafından tanımlanan ve yargılama süreçleri sonucunda işlenip işlenmediğine karar verilen bir eylem. Bu da hem evrensellik açısından hem de istatistiklere yansımayan siyah rakamlar gibi sorunların varlığı nedeniyle bu alanda yapılan çalışmaları pek çok soru işareti ile karşı karşıya bırakıyor. Ortaya koyduğu sonuçlar itibariyle ise “suçla” “mücadele” konusunda devlete yardımcı bir disiplin olmaktan, radikal bir bütünsel toplumsal sistem eleştirisine kadar varan farklı yaklaşımları içeriyor. Bu makalede özellikle neoliberal dönemde kriminolojiyi, genel olarak suç sorununa bakışı ve suç ve ceza politikalarına ilişkin bazı eğilimlere işaret edeceğim.
19.yüzyılda bağımsız bir disiplin olarak kriminolojinin kuruluşuna ilişkin ilk “teşebbüs”lerden biri İtalyan Kriminoloji Okulu’nunkidir. Bu okulun üyelerinden Lombroso, bir dizi fiziksel ve zihinsel anomali gösteren ve bu özellikleri kalıtımsal olarak taşıyan “doğuştan suçlular” diye bir kategori olduğunu ilan etti. Lombroso bu düşüncelerinin mahkumlar üzerinde yaptığı araştırmalara dayandığını iddia etmekteydi. Birçoğumuzun üzerinde bile durmaya gerek görmeyeceği bu düşünceleri çürütmek için başka araştırmacılar mahkumlar üzerinde onları çeşitli kontrol gruplarıyla karşılaştıran çalışmalar yapmak zorunda kaldılar. Elbette suçlular ile diğerleri arasında Lombroso’nun belirttiği farklılıklar bulunmamaktaydı. Ancak kriminologlar fiziksel olarak ayrıksı özellikler gösteren suçluların daha kolay yakalanacağı ve teşhis edileceği, mahkumlardaki fiziksel kusurların ne kadarının cezaevi koşullarından kaynaklandığı, bu kusurların doğuştan mı yoksa beslenme yetersizliklerine mi bağlı olduğu gibi hususları bile tartışmak zorunda kaldılar. Aşağıda göreceğimiz gibi bu tür yaklaşımları çok da hafife almamak lazım. Uygun koşullarda, bugün dahi sinsice tedavüle sokulabilmektedirler.
20. yüzyılda, özellikle de biyolojik açıklamaların prestijinin Nazi Almanyası tecrübesinden sonra tamamen yok olmasının da etkisiyle kriminolojiye daha sosyolojik bir bakış açısı egemen oldu. Neoliberal döneme kadar kriminolojinin beslendiği bilimlerden biyoloji neredeyse tamamen unutulurken, disipline sosyolojik ve psikolojik yaklaşımlar damgasını vurdu. Herkese minimum bir yaşam standardı sağlanan sürdürülebilir bir kapitalizmi hedefleyen bu dönemde, toplumdaki aksaklıkları gizlemekten ziyade sistem sınırları içerisinde çözme çabası baskındı. Kısacası suçu belirli bir bireyin kalıtımsal ya da psikolojik sorunlarına indirgeyip sistemi temize çıkaran yaklaşımlar etkili değildi.
1970’lerdeki ekonomik krize çözüm olarak gündeme getirilen neoliberal politikalar, sosyalist bloğun dağılmasından sonra daha da ivme kazandı. Batıda sağ partiler refah adına bir şey vaat edemedikleri bu süreçte “kanun ve düzen” söylemini, manevi değerleri, aileyi öne çıkardılar. Küreselleşme ve esnek istihdam politikaları bir zamanların mavi yakalı işçi kentlerini işsizliğin ve geleceğe dair belirsizlik ve güvensizliğin hakim olduğu bölgelere dönüştürdü. Bu koşulların gerçek suç oranlarını artırmasının yanında, yargı da suçla mücadele ruhuna uygun düşen bir biçimde mahkumiyet oranlarını artırdı. Bu süreçte küresel kapitalizmin az gelişmiş ülkelere biçtiği rol ise sisteme ucuz emek ve doğal kaynaklar sağlamasıydı. 1980’li yıllardan itibaren bu ülkelere IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar tarafından empoze edilen yapısal uyum programları, tarımsal yapının çöküşüyle ve tarımsal alanlardan kentlere yığılan kitleleri işsizlik ya da düşük ücretli ve güvencesiz işlerle karşı karşıya bıraktı. Batıdaki kadar sağlıklı verilere sahip olmak mümkün değilse de bu dönemde az gelişmiş ülkelerde de suç oranlarının artığı düşünülüyor.
Artık refah sağlamak gibi derdi olmayan bir dönem için uygun olan bireyselci açıklamalardı. Suçlular, ahlaki, psikolojik ve hatta kalıtımsal sorunları olan ve sistemin kazananları ve/veya kazanmasa bile uyum sağlayanlarının huzurunu bozan uyumsuzlar olarak kodlanmalıydı. ABD’de 1961-1970 ve 1987-1996 arasında yayınlanan kriminoloji ders kitaplarında biyolojik yaklaşımlara ayrılan sayfa sayısını, bu yaklaşımların söz konusu kitaplar tarafından ne kadar ciddiye alındığını da dikkate alarak karşılaştıran bir çalışma[1], ilk dönemde bu yaklaşımların bir tabu olarak görüldüğünü, ikinci dönemde bunlara daha fazla önem verilmeye başlandığını tespit etmişti ve bunu da olumlamaktaydı. Cinsel suçlarla ve şiddet suçlarında belli kalıtımsal özelliklerin etkisini tartışan daha “kabul edilebilir” araştırmalarla birlikte bir de şuna bakalım: Richard Lynn adlı bir araştırmacı çeşitli kişilik testleri ve istatistiklere dayanarak, psikopatik kişilik özelliklerinin etnik ve ırksal farklılıklardan kaynaklandığını, bunun nedeninin ise bu grupların geçirmiş olduğu farklı evrimsel süreçler olduğunu iddia etmektedir. Lynnn psikopatik kişiliğin göstergeleri olduğunu düşündüğü saldırganlık, davranış bozuklukları, ihtiyatsızlık, erken yaşta cinsel deneyim gibi faktörlere ilişkin verileri değerlendirmiş ve psikopatlık skorlarının büyükten küçüğe doğru siyahlar/Amerika yerlileri, Latin Amerika kökenliler, beyazlar ve Doğu Asyalılar şeklinde sıralandığını “tespit” etmiştir. Lynn’in “fikirlerini” temellendirirken kullandığı “deney”lerden birinde bir grup farklı etnik kökenlerden çocuğa “hemen bir parça” ya da bir hafta sonra “daha büyük bir parça” şekerleme teklif edilmiş, Meksikalı ve siyah çocuklar, beyazlardan daha yüksek oranda yakın ödülü tercih etmiştir. Lynn bu deney sonuçlarını beyaz çocukların daha rasyonel, sabırlı ve kontrollü oldukları yönünde yorumlamaktadır. Beyazlar Lynn’e göre bu karakter özelliklerini Avrasya’da maruz kaldıkları daha zor yaşam koşulları sayesinde geliştirmiştir.[2] Ben Lombroso’yu çürütmeye çalışan kriminologlar gibi buradaki tezleri çürütmeye çalışmayı gereksiz görüyor, bunu okura bırakıyorum.
Sadece suçla ilgili olarak değil, hemen hemen bütün insan davranışları ile ilgili kalıtıma dayalı açıklamalar bu dönem boyunca popüler hale geldi. Kitle iletişim araçlarında hemen her gün geni bulunan bir insan davranışı ile ilgili bir haber bulmak mümkün. Suç gibi sapma davranışlarını genlerle açıklamak status quo açısından faydalı olduğu kadar, basitlikleri nedeniyle de alıcı bulabiliyor.
Bireyselci yaklaşımlar ise biyoloji ile sınırlı değil. Suçlu bireyin psikolojisine onu sosyal çevresinden izole ederek odaklanan psikolojik yaklaşımlar da çeşitli sorunlarla malul. Söz gelimi, bazı psikologlar, belirli suçlarla “empati yoksunluğu, duygusuzluk, acımasızlık, narsizm,” gibi özelliklerle tanımladıkları “psikopatik” kişiliğin ilişkisi olabileceğini düşünüyorlar. Bu çalışmalardan bu kişiliklerin hangi sosyal süreçlerin sonucunda geliştiğini, hangi koşullarda suçluluğa neden olduğunu anlamaksa pek mümkün değil. Oysa psikopatik kişiliği belirlemede kriter olarak belirlenen kişilik özelliklerinin kapitalist toplumlarda yaygın olduğunu, aynı kişilik özelliklerine sahip bireyleri yalnızca suçlu olarak değil saygın bir şirkette genel müdür olarak da görebileceğimizi biliyoruz.
Yine sosyolojik bakıştan yoksun olan ve üzerinde tartışmakta olduğumuz dönemde sık rastladığım başka bir örnek olarak, parçalanmış ailelerle suçluluk arasındaki ilişkiye işaret eden çalışmaları gösterebiliriz. Bu türden çalışmalar evlilik dışı doğmuş, boşanmış ya da ayrı yaşayan ebeveynlere sahip olanların suçlular arasındaki oranlarına odaklanıyorlar fakat aynı çalışmalardan hangi sosyal koşullarda parçalanmış ailenin suçluluğa etki edebileceğini anlamak pek mümkün değil. Sadece şu soruyu sormakla yetinelim: Boşanma sürecinden çocuğun etkilenmemesi için bu sürece bir terapistin eşlik ettiği üst ya da orta sınıflardan bir çocuk ile eşlerin birbirine fiziksel ve psikolojik şiddet uyguladığı bir boşanma sürecine maruz kalan bir çocuk suça itilme açısından eşit düzeyde bir travma mı geçirmişlerdir?
Başta da belirttiğim gibi bu makalede sadece bazı eğilimlere işaret ettim. Yanlış bir izlenim doğmasını istemem. Elbette sosyolojik ve eleştirel kriminolojik çalışmalar da yapılmaya devam etmektedir. Artık yeniden topluma kazandırılması gereken bir vatandaş değil de fazla nüfus olarak görülenler için insan hakları geleneği son zamanlardaki aşınmalara rağmen hala cezaevlerinde belirli standartları sağlamaktadır. Ancak şu da bir gerçektir ki, daha önce cüret edilemeyecek, edilse bile ciddiye alınmayacak görüşler de yukarıda görüldüğü gibi bu dönemde ifade edilebilmiştir. Terör ve göçmen sorunları ile birlikte adi suçlar, üzerinden sağ iktidarların refah değil sadece güvenlik vaat ederek seçmen desteği ve kitle mobilizasyonu sağlayabileceği elverişli sorunlar olmaya devam etmektedir. Bu nedenle, bu bilimsel görünüşlü ama ideolojik bireyselci yaklaşımların eleştirisi suça ilişkin distopik filmlerin gerçek olma ihtimalini önlemek için elzemdir.
KAYNAKÇA
Dolu, Osman, Suç Teorileri, 5.bs., Ankara:Global Politika Strateji, 2015.
Gölbaşı, Serkan, Kentleşme ve Suç, İstanbul:XII Levha, 2008.
Lynch, Michael J.-Michalowski, Raymond J., The New Primer in Radical Criminology, NY:Criminal Justice Press, 2000.
Lynn,Richard, “Racial and Ethnic Differences in Psychopat,,ithic Personality, Personality and Individual Differences, No:32, 2002.
Wright Richard A. ve J.Mitchel Miller, “Taboo until today? The Coverage of Biological Arguments in Criminology Textbooks, 1961 to 1970 and 1987 to 1996”, Journal of Criminal Justice, Vol.26, No.1. 1998.
[1] Richard A.Wright ve J.Mitchel Miller, “Taboo Until Today? The Coverage of Biological Arguments in Criminology Textbooks, 1961 to 1970 and 1987 to 1996”, Journal of Criminal Justice, Vol.26, No.1. 1998.
[2] Richard Lynn, “Racial and Ethnic Differences in Psychopathic Personality”, Personality and Individual Differences, No:32, 2002.