Serde Atalay
Doktora Araştırmacısı, Lund Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Malmö, İsveç, Aralık 2021.
“Emek bir meta değildir.”[1]
Bu ilke, işçi haklarının insan hakları olduğunu gerekçelendirmeye başlarken hatırlanması gereken önemli bir ilkedir. Emeğin meta olmadığını hatırlamadan, sosyal hakların korunması ve sosyal adaletin tesisi gereği ile piyasa menfaatlerinin gözetilmesi arasındaki gittikçe bozulan dengeyi insan hakları temelinde görünür kılmak içi boş bir çabadan ibaret kalır. Bu yazı, söz konusu dengesizliği mesele edinerek, işçi haklarının neden ve nasıl insan hakları olduğunu, Anayasa’daki hükümleri tekrarlamanın ötesine geçerek açıklama çabasındadır. Bu çaba, Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası hukuk nezdindeki yükümlülükleri gözetilerek[2] ve bu yükümlülükleri en kapsamlı şekilde ele alabilmek adına Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi’ndeki (Sözleşme) düzenlemeleri odağına almaktadır.[3] İzleyen tartışma, işçi haklarının insan hakları olarak statüsünü gerekçelendirmede kısmen pozitivist, büyük oranda ise normatif bir çaba teşkil etmektedir.[4]
Ekonomik ve Sosyal Haklar Olarak İşçi Haklarının Anlamı, Kapsamı ve İçeriği
İşçi hakları, bünyesinde pek çok hakkı barındıran geniş bir hak kategorisine işaret etmektedir. Bu kategoriyi daha doğru şekilde ‘çalışma hakkı’ ve ‘çalışmaya ilişkin haklar’ olarak algılamak gerekir. Zira çalışma hakkı kişinin özgürce seçtiği ya da kabul ettiği bir işte çalışarak geçimini kazanması imkanını güvenceye alırken, çalışmaya ilişkin haklar çalışma ilişkisi kurulduktan sonra korunması gereken haklara işaret eder. Çalışma hakkı Sözleşme’nin 6. maddesi ile, çalışmaya ilişkin haklar ise adil ve uygun çalışma şartları olarak 7. maddesi ve kolektif eylem hakları olarak 8. maddesi ile korunmaktadır. İşçi hakları ile yakından bağlantılı olan sosyal güvenlik hakkı ise Sözleşme’nin 9. maddesinde güvence altına alınmıştır.
İnsan hakları bakımından çalışma olgusu temel bir mesele teşkil eder. Zira çalışma hayatta kalmak bakımından vazgeçilmez olduğu kadar, onurlu bir yaşamın da ön şartıdır. Çalışma ve bunun getireceği insani düzeyde bir gelir olmadan bir insanın onuruna yakışır şekilde, gerekli yiyeceğe, konuta, sağlık hizmetine, yeterli bir yaşam standardına ve insan olarak yaşamayı mümkün kılan diğer bütün materyal gerekliliklere erişmesi pratik olarak imkansızdır. Hayatta kalmanın asgari gerekliliklerine erişimi mümkün kılmanın ötesinde çalışma, kişinin istediği işte çalışabilme ve geçinebilme özgürlüğü çerçevesinde bir insan olarak kendini geliştirmesinin, bireysel yeterliliğini ve özgüvenini temin etmesinin, toplum nezdinde sosyal değerini hissetmesinin ve ekonomik ve sosyal açıdan toplumun dışına itilmemesinin ön şartıdır.[5]
Kendi başına insan hakları teşkil eden işçi hakları, aynı zamanda diğer insan haklarıyla da sıkı bir bağlantı içerisindedir. İşsizlik ve/veya yetersiz ücret ve bunların getireceği fakirlik ile sosyoekonomik yoksunluğun gerekli ağırlık eşiğine ulaşması halinde insan onuruna aykırı ve aşağılayıcı muamele yasağını ihlal etmesi mümkündür. İşçi sağlığı ve iş güvenliğinin korunması gibi çalışmaya ilişkin hakların uygun şekilde temin edilmemesi, yaşam hakkını ve potansiyel olarak diğer insan haklarını (örneğin, özel yaşamın korunması) tehdit eder. Görüldüğü üzere işçi haklarının aynı zamanda insan haklarının farklı önem kategorilerine bölünmesinin yapaylığını ve yanlışlığını gösterme bakımından da önemli bir işlevi vardır. Yine bu yönde, geleneksel olarak kişisel ve siyasi haklar kategorisinde görülen ve dolayısıyla bireysel haklar olarak algılanan sendikal hakların ancak bir kolektifin varlığında bir anlam ifade edeceğine ve ortak çıkarları doğrultusunda bir araya gelen bireylerin insan haklarını talep etmeleri sonucu işçi haklarının korunmasına hizmet edeceğine işaret etmek gerekir.[6] Dolayısıyla işçi hakları, 1993 İnsan Hakları Dünya Konferansı sonuç bildirgesinde teyit edildiği üzere insan haklarının evrensel, bölünmez, bağımsız ve birbiriyle yakından ilişkili olduğu gerçeğinin en somut örneğini teşkil etmektedir.[7] Mevcut insan hakları kategorileri çerçevesinde ekonomik, sosyal ve kültürel hakların kişisel ve siyasi haklara göre ikincil önemde ya da ‘program niteliğinde’ hükümler olarak görülmesinin, bugünün ekonomik ve sosyal gerçekliğinde herhangi bir geçerliliği kalmamıştır. Bu olgu, Soğuk Savaş sonrasındaki politik ayrışmaların bir ürünü olarak insan haklarının tasarlanmasının tarihsel bağlamında anlaşılmasını sağlama ötesinde bir işleve sahip değildir.
Bu hatırlatmaları yapmak, işçi haklarının ekonomik ve sosyal haklar olarak içeriğinin doğru açıklanması bakımından gereklidir. Sözleşme’nin 2. maddesinin 1. fıkrasına göre taraf devletlerin, mevcut kaynaklarını azami şekilde değerlendirerek, ekonomik ve sosyal (ve kültürel) hakları kademeli şekilde tam olarak güvence altına alma amacıyla başta gerekli yasal düzenlemelerin yapılması olmak üzere uygun tüm yöntemlerle harekete geçme yükümlülüğü vardır. Daha basitleştirmek gerekirse, taraf devletler işçi hakları dahil ekonomik ve sosyal hakları güvence altına almak için 2. madde doğrultusunda şu unsurları karşılamalıdır: harekete geçme yükümlülüğü; mevcut kaynakların azami şekilde değerlendirilmesi; hakların tam olarak korunması hedefine kademeli şekilde ulaşılması; uygun tüm yöntemlerin kullanılması.[8] Devletlerin yükümlülüklerinin sınırlarının dikkatli şekilde çizilmesine yönelik bu hükmün Anayasa’daki daha basitleştirilmiş versiyonu Anayasa m. 65’e karşılık gelmektedir.
Bu aşamada, ilk olarak, mali kaynakların sınırlılığı meselesi ile bunun Sözleşme nezdinde nasıl yorumlandığına bakmak önemlidir. Sözleşme’nin yürütme organı olan Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi (Komite), 2. maddenin 1. fıkrasını yorumladığı 3 Numaralı Genel Yorumunda, mevcut kaynaklarının sınırlılığının ekonomik ve sosyal hakların yerine getirilmesinden kaçınma aracı olarak kullanılamayacağını netleştirmiştir. Sözleşme yükümlülüklerinin mevcut kaynaklar çerçevesinde anlaşılmasının amacı, Sözleşme ile korunan hakların ciddi ve kapsamlı ekonomik ve politik girişimler gerektirmesi nedeniyle gerçekçi bir yaklaşımla devletlere yükümlülüklerini yerine getirmede belirli bir hareket alanı tanımaktır.[9] Fakat bunun, Sözleşme nezdinde doğurduğu yükümlülükler son derece açık olan hakların korunması amacı doğrultusunda anlaşılması ve uygulanması gerekir. Devletin ekonomi yönetimi ve yapılan ekonomik tercihler, ekonomik ve sosyal hakların korunması üzerinde doğrudan etkisi olan mali kaynakların kapsamını belirler. Bir diğer deyişle, devletin ekonomik karar alma süreci ve alınan kararların uygulanma biçimi, insan haklarının korunması ile sıkı sıkıya bağlantılı olup, devletlerin Sözleşme kapsamındaki yükümlülüklerini yerine getirme kapasitesini doğrudan şekillendirir. Söz konusu ekonomi yönetiminin iki önemli boyutu ise harcamaların nasıl gerçekleştirildiğinden ve gelirlerin nasıl elde edildiğinden oluşur. Özetle, devletin bütçesini nasıl oluşturduğu ve özellikle de gelirler bağlamında vergi sisteminin tasarımı, mali kaynakların nasıl oluşturulup değerlendirildiği, dolayısıyla da devletin ekonomik ve sosyal hakları korumaya yönelik gerçek bir çabada bulunup bulunmadığı üzerinde belirleyici bir etkiye sahiptir.[10]
Mali kaynakların sınırlılığı meselesinin bir diğer yönü, Komite’nin geliştirdiği ‘asgari çekirdek yükümlülükler’ doktrinine ilişkindir. Buna göre, mevcut kaynakların sınırlılığı durumunda dahi devletlerin Sözleşme haklarını korumada asgari çekirdek yükümlülüklerini derhal yerine getirmeleri gerekir. Asgari çekirdek yükümlülüklerin ihlali halinde devletin Sözleşme’yi ihlal ettiği karine olarak kabul edilecek, dolayısıyla Sözleşme’yi ihlal etmediğini göstermede ispat yükü devlete geçecektir. Eğer Devlet, eldeki tüm kaynaklarını kullanmasına karşın asgari çekirdek yükümlülüklerini yerine getiremediğini gösteremezse, Sözleşme yine ihlal edilmiş sayılacaktır.[11] Asgari çekirdek yükümlülüklerin ne olduğu, bahse konu hakka ve ihlalin öne sürüldüğü bağlama göre tespit edilmesi gereken bir meseledir. Ancak her halükârda devletlerin, sosyoekonomik seyri takip ederek ekonomik ve sosyal hakların imkanlar elverdiğince korunması için önceden planlama yapması yükümlülüğü bakidir; zira bu yükümlülük kaynakların sınırlılığından herhangi bir şekilde etkilenmemektedir.[12] Tüm bu açıklamalardan görüldüğü üzere, mevcut (mali) kaynakların sınırlılığı, devletlere istediği ekonomik ve politik tercihleri yapma hakkı veren, ekonomik ve sosyal hakların korun(a)mamasına bahane olarak öne sürülebilecek içi boş bir kavram değildir.
İkinci olarak işçi haklarının kademeli şekilde tam olarak güvence altına alınmasının anlamını somutlaştırmak gerekir. Buna göre, mevcut kaynaklar çerçevesinde alınacak önlemler ve yapılacak girişimlerle ekonomik ve sosyal hakların ilk etapta olmasa da kademeli şekilde tam olarak korunması gerekir. Bir diğer deyişle, devlet ülke genelindeki tüm işçilerin haklarını Sözleşme standartlarına uygun şekilde derhal koruyamayabilir, fakat kademeli şekilde bu amaca ulaşmalıdır. Bununla birlikte, devletin Sözleşme nezdindeki birtakım yükümlülükleri bu ‘kademeli güvence altına alma’ prensibinden istisnadır; bir diğer deyişle bu yükümlülüklerin derhal yerine getirilmesi gerekir. Devletlerin derhal yerine getirmesi gereken yükümlülükler şunlardır: asgari çekirdek yükümlülükler (yukarıdaki açıklamalara dönünüz); ayrımcılıktan kaçınma; hakların tam korunmasına yönelik gerekli girişimlerde bulunma (gerekli plan ve programları hazırlama); hakların gerilemesine neden olacak adımlar atmaktan kaçınma.[13]
İş Hukukunun Genel Bağlamında İşçi Haklarının İnsan Hakları Olarak Gerekçelendirilmesi
Yukarıdaki pozitivist açıklamalar, işçinin ‘kaderini’ piyasa tercihlerine mahkûm etmemenin tek yolunun, işçi haklarını insan hakları olarak görmekten ve bu hakların içeriğini ve kapsamını doğru anlamaktan geçtiğini son derece açık ve hukuki şekilde ortaya koymaktadır. Bu ne desteksiz bir politik söylem ne de ‘aktivist konuşması’dır. Türkiye Cumhuriyeti devletinin tarafı olduğu uluslararası sözleşmeler, işçi haklarının insan hakları olarak korunması gerektiğini savunmak için doğru ve yeterli araçları bize sunmaktadır.
Meseleye başka bir açıdan yaklaşırsak, iş hukukunun işlevi ve amacı da bu yaklaşımı desteklemektedir. Konuyu iş hukuku yönünden ele almak önemlidir, zira işçi haklarının iç hukukta somutlaştırılması ve uygulamaya konulması iş hukuku düzenlemeleri yoluyla gerçekleşmektedir. İş hukuku, tarihsel süreçte, emek sömürüsünü dayanılmaz raddeye getiren insan onuruna aykırı çalışma koşullarına karşı işçileri koruyan hükümlerin artan oranda benimsenmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu gerçek Uluslararası Çalışma Örgütü’nün doğuşunu da şekillendirmiş ve örgütün, “evrensel ve kalıcı barışın ancak sosyal adalete dayanması halinde tesis edilebileceği” vizyonuyla kurulmasının dayanağını teşkil etmiştir.[14] Dolayısıyla, iş hukukunun amacı, işçi ve işveren taraflar arasındaki dengesizliği, getirdiği düzenleme ve garantilerle dengeye koyarak pazarlık gücü yönünden dezavantajlı konumdaki işçileri işverenin sözleşme temelindeki potansiyel sömürüsüne karşı korumaktır. Nitekim iş hukukunun kendine özgü toplu iş ilişkileri boyutu, bu dengesizliği işçi tarafının kolektif örgütlenmesine izin vererek giderme amacına hizmet eder. Bu yönüyle iş hukuku, klasik liberal sözleşme zihniyetinden farklı bir temel üzerine kuruludur. Dolayısıyla iş hukukunun amacı, taraflar arasında sözleşme özgürlüğü bulunduğu varsayımıyla ticari ilişkilerin korunmasını ve ekonomik verimliliği tesis etmek değil, işçinin onurunu ve haklarını korumaktır. Bu elbette iş hukukunun ekonomik verimlilik amacına hizmet etmediği anlamına gelmez; fakat ekonomik verimliliğe hizmet maksadı işçilerin korunması yönündeki tarihsel ve temel amacı ikincil konumda bırakamaz. İş hukukunun iş ilişkisinin tarafları arasındaki dengesizliği giderme işlevi, işçi haklarının insan hakları olarak algılanması suretiyle çok daha tatmin edici bir şekilde yerine getirilecektir.[15] Zira insan haklarının ‘bireysel’ olması nedeniyle sınıfsal ve kolektif bir niteliği haiz olan işçi mücadelesine dayanak teşkil edemeyeceği şeklindeki görüşler,[16] bireysel/kolektif kategorilerinin yapay ve şekilci bir anlayışına dayanmakta, dolayısıyla insan haklarının işçilerin korunmasında üstlendiği temel işlevi göz ardı etmektedir. Yukarıda sendikal hak ve özgürlükler örneğinde de açıklandığı gibi, bir hakkın bireysel olması onun kolektifin çıkarlarını koruyamayacağı ya da kolektif tarafından talep edilemeyeceği anlamına gelmez. Zira hak mücadelesi, özünde bireyi koruyan fakat hizmet ettiği çıkarlar ve elde ediliş yöntemi itibarıyla kolektife yönelen bir mücadeledir. İşçi hakkını insan hakkı olarak algılamak tek bir işçinin çıkarını gözetmek değil, ekonomik ve sosyal hakların genel bağlamında her bir işçiye, devletin yerine getirmekle yükümlü olduğu görevlerine dayanarak hakkını talep etme imkanını vermektir.
Söz konusu hak talebini anlamak ve korumak, ekonominin gittikçe düzensizleştiği, liberalleştirme temelindeki piyasa politikalarının işçi statüsünü görünmez kılarak emekçileri temel korumalardan yoksun bırakmaya çalıştığı 21. yüzyıl gerçekliğinde daha da büyük önem arz etmektedir. Türkçe karşılığı esnek ekonomi olarak algılanmakla birlikte aslında kavramı tam karşılamayan, uluslararası jargonda ‘gig economy’ olarak bilinen güvencesiz çalışma biçimleri, salgın sonrası gittikçe yaygınlaşan uzaktan çalışma modelleri, sendikaların ekonomik verimliliğe bir tehdit olarak gösterilmesi ile kolektif faaliyetin eylem alanının aşırı şekilde daraltılması ve daha pek çok örnek, işçi haklarını insan hakları talepleri olarak algılayarak piyasa dinamiklerine karşı denge unsuru oluşturmanın önemini ortaya koymaktadır. Salgın sonrası değişen çalışma hayatının doğurduğu başta işçi sağlığı ve iş güvenliği sorunlarını ve özellikle kadın işgücünün iş/özel hayat ayrımında yaşadığı sıkıntıları insan hakları perspektifi olmadan anlamak ve gidermek olası değildir. İşçi haklarının insan hakları olarak algılanması, işçilere, devletten pozitif yükümlülükleri çerçevesinde özel sektörü düzenlemesini[17] ve/veya devletin işveren olduğu durumlarda insan hakları standartlarına uygun şekilde hareket etmesini talep etme hakkı verir.
Sonuç
Ekonomik ve sosyal hakların korunması, insan onuruna yakışır bir yaşamın temel şartıdır. Başta kişilerin gelir kaynağını teşkil etmesi ve sonrasında sahip oldukları işlerde kabul edilebilir koşullarda çalışma taleplerinin güvencesi olması bakımından işçi hakları, vazgeçilmez ve pazarlık edilmez önemi haiz insan haklarıdır. İş, gelir, sosyal güvence, dinlenme, kendini geliştirme, geçinme, ailesini geçindirme, barınma ve belirli bir hayat standardı olmadan bir insanın pratikte haklara erişimi söz konusu olamaz. İşçi hakları, pazarlığa açık sözleşme maddeleri değil, onurlu bir yaşamın garantisini teşkil eden insan haklarıdır. Bu hakların, içeriğini doğru şekilde anlayan bir politik irade önderliğinde, demokratik katılım yoluyla ve gerekli ekonomik müdahalelerle hukuki standartlara uygun şekilde temin edilmesi, sosyal bir devletin ve sosyal bir devlet olma vizyonunu taşıyan bir Anayasa’nın meşruiyetinin ön koşuludur.
[1] “Labour is not a commodity.” Uluslararası Çalışma Örgütü, 1944 Philadelphia Beyannamesi, ‘Uluslararası Çalışma Örgütü’nün Amaç ve Hedeflerine İlişkin Beyanname’, https://www.ilo.org/legacy/english/inwork/cb-policy-guide/declarationofPhiladelphia1944.pdf, son erişim tarihi: 13.12.2021.
[2] Anayasa, m. 90/5.
[3] Türkiye söz konusu sözleşmeye 23 Eylül 2003’ten beri taraftır ve sunduğu açıklama ya da çekincelerin hiçbiri burada ele alınacak haklara ilişkin değildir: https://treaties.un.org/Pages/ViewDetails.aspx?src=IND&mtdsg_no=IV-3&chapter=4, son erişim tarihi: 13.12.2021.
[4] İşçi haklarının insan hakları olarak statüsünün pozitivist, araçsal ve normatif olmak üzere üç farklı şekilde tartışıldığına ilişkin, Montavoulou V, ‘Are Labour Rights Human Rights?’, (2012) 3 European Labour Law Journal 151.
[5] B Saul, D Kinley ve J Mowbray, The International Covenant on Economic, Social and Cultural Rights: Commentary, Cases and Materials (1. baskı, OUP 2014), 272-273.
[6] Mantouvalou, 162.
[7] Viyana Beyannamesi ve Hareket Planı (Vienna Declaration and Programme of Action), İnsan Hakları Dünya Konferansı, Viyana, 25 Haziran 1993, Bölüm I, Paragraf 5.
[8] Saul, Kinley ve Mowbray, 136.
[9] Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi, 3 Numaralı Genel Yorum: Taraf Devletlerin yükümlülüklerinin mahiyeti (Sözleşme’nin 2. maddesinin 1. fıkrası) (General Comment No. 3: The nature of States parties’ obligations (art. 2, para. 1 of the Covenant)), 5. Oturum, 14 Aralık 1990: https://www.refworld.org/pdfid/4538838e10.pdf, son erişim tarihi: 13.12.2021, para. 9.
[10] Saul, Kinley ve Mowbray, 140-151.
[11] Komite, 3 Numaralı Genel yorum, para. 10.
[12] Komite, 3 Numaralı Genel Yorum, para. 11.
[13] Saul, Kinley ve Mowbray, 151-157; Komite, 3 Numaralı Genel Yorum.
[14] Uluslararası Çalışma Örgütü Anayasası, Başlangıç Hükümleri, para. 1: https://www.ilo.org/dyn/normlex/en/f?p=1000:62:0::NO:62:P62_LIST_ENTRIE_ID:2453907:NO, son erişim tarihi: 13.12.2021.
[15] Mantouvalou, 171-172.
[16] Youngdahl J, ‘Solidarity First: Labour Rights Are Not the Same as Human Rights’, (2009) 18 New Labor Forum, 31, 31-32.
[17] Mantouvalou, 161; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Wilson, National Union of Journalists ve diğerleri v. Birleşik Krallık, Başvuru No: 30668/96; 30671/96 ve 30678/96, 02/07/2002, para. 41; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Büyük Daire, Palomo Sánchez ve diğerleri v. İspanya, Başvuru No: 28055/06 vd., 12/09/2011, para. 58-62.