6306 Sayılı Afet Riskli Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun, Aralık 2012’de; Van depreminden (Ekim 2011) bir yıl sonra, Gölcük (Ağustos 1999) ve Düzce (Kasım 1999) depremlerinin üzerinden ise 13 yılı aşkın bir süre geçtikten sonra yürürlüğe girdi.
AKP (ve Saray) iktidarının (ve elitinin) 1994’ten bu yana en iddialı olduğu “inşaat” faaliyeti ile ilgili bir yasal düzenleme, Türkiye’yi derinden sarsan bir depremden 13 yılı aşkın bir süre sonra mı akıl edilebildi? Yoksa 12 Eylül darbecilerinin darbeyi yapmak için bekledikleri türden bir, “koşulların olgunlaşması” mı beklenildi?
6306 Sayılı Kanunun, afet güvenliğini sağlamak için elverişli bir hukuki araç olmadığını ve olamayacağını 2012’den bu yana geçen sekiz yıllık süre içinde en açık biçimde deneyimledik. Bu sekiz yıllık siyasi, iktisadi ve hukuki pratiği kavramak için 6306 sayılı Kanun öncesi “hukuksal hazırlık” dönemini anımsatmak yararlı olacaktır.
Yeni Rejimin Harcı: “İnşaat Hukuku”
Deprem ya da mevzuattaki ifadesi ile “afet” gerekçesi ile ilgili olarak yapılan ilk yasal değişiklik, 5366 sayılı Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun, Temmuz 2005’de yürürlüğe girdi.
Kanunu hazırlayanların “Tarlabaşı Kanunu” olarak böbürlendiği kanunda, Birleşmiş Milletler belgelerinde tanımlanan “elverişli bir konuta erişim hakkı“ ile Anayasa’nın 57’inci maddesinde tanımlanan “insan haysiyetine yakışır biçimde konut ve barınma hakkı…” hiç görülmüyor; o çok sevilen, “en kutsal” demekten utanılmayan “mülkiyet hakkı” dahi ikiye ayrılıyordu: AKP patronajının parçası sermayenin mülkiyet hakkı ile AKP patronajına dahil olmayanın ve yoksulun mülkiyeti iki apayrı hukuksal durumdu artık.
Tarlabaşı, Sulukule, Ankara Ulus Tarihi Kent Merkezi yahut Emek Sineması örneklerinde vatandaşın başını sokabildiği konut hakkının yahut kamunun müşterek yararının hiçbir önemi yoktu; devletin (zor tekelinin kurumsallaşmış halinin) tüm olanakları ile desteklenmiş AKP elitleri, tarihi kent merkezlerini “yenileme” gerekçesi ile kasıp kavurdu. Ortaya çıkan sonuç; emekçilerin anılan bölgelerden kazınması, yandaş sermayenin kârına kar katması oldu. Bu haliyle yeni rejimin Türkiye’de “afet güvenliği” sağladığından bahsedilebilir mi?
Örneğin tüm hukuka aykırılıkları bir an için unutalım ve soralım: Aradan geçen 15 yıllık süre içerisinde Tarlabaşı’nda yaşayan kaç kişinin “deprem güvenliği“ sağlanabilmiştir?
Bu kadar uzun bir süre içerisinde kârı değil kamusal yararı önceleyen, kamusal kredi modelleri ile kiracıları da hak öznesi olarak tanımlayan bir yaklaşımla tüm Tarlabaşı bölgesinin deprem güvenliği sağlanamaz mıydı?
5366 sayılı Kanun, AKP elitinin ve yeni rejimin gereksinim duyduğu “inşaat hukuku”nun ilk hamlesi idi, ikincisi de pek gecikmeden geldi: 5393 sayılı Belediye Kanunun 73’üncü maddesinde Haziran 2010 tarihinde yapılan değişiklik.
“Kentsel dönüşüm ve gelişim alanı” başlıklı bu madde ile ilgili uzun ve teknik ayrıntıları vermemize gerek yok. Tek bir örnek yeterli: İstanbul kent merkezinde 4:14 emsal vaadi ile inşa edilen Fikirtepe gökdelenleri!
Kentin üzerine bindirdiği yükü bir an için ihmal ederek, en utanmaz muhatabımıza dahi sorsak, sanırız yanıtı bellidir. 10 yıllık bir süre içerisinde Fikirtepe’de “afet güvenliği” sağlandı mı? Yoksa sadece emlak piyasası mı köpürtüldü?
Bu zaman dilimi içerisinde Toplu Konut İdaresi’nin kuruluş ve görevlerini de düzenleyen 2985 sayılı Kanun’da yapılan 2003, 2004, 2008 ve 2010 değişiklikleri ile neredeyse başlı başına bir “devlet” haline getirilen TOKİ’nin mevzuatı ve bu gidişin sonucu olarak 2012’de adına Çevre ve Şehircilik Bakanlığı denilen “TOKİ Bakanlığı” yapısı bir diğer önemli bahistir.
Sadece TOKİ’nin olanaklarının ve kamu arazilerinin lüks konut inşasına özgülenmesinin kabul edilemezliğini vurgulamak yeterli gelmez mi? Kamu arazilerinin lüks konut ve AVM’ye dönüştürülmesinden elde edilen gelir kullanılarak (örneğin İstanbul’da) gerçekleştirilmiş ucuz, güvenli toplu konut üretimi biliyor musunuz?
Bu yazının sınırları içerisinde, Mayıs 2006’dan başlayarak; ancak özellikle Eylül 2010 tarihli Anayasa değişikliği ile idari yargının o zamana kadar ağırlıklı olarak yerleşik olan “kamu yararını koruma” yönündeki içtihadının değiştirilme amacı, yeni rejimin en önemli gündemlerinden birisi niteliğindedir.
2010 Anayasa değişikliği ile birlikte gerek “yerindelik denetimi yapılamayacağı” üzerinden yargı bürokrasisi üzerinde tesis edilen hegemonya gerekse de yapısı değiştirilen Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile dönüştürülen yargıç profili yukarıda çok kısaca özetlediğimiz mevzuatçılığın kendi şahikasına ulaşmasının “yargı vesayeti” engeli ile karşılaşmayacağının güvencesi olarak görülmüş ve deprem güvenliği Marmara depremlerinin 13., 18 yıllık AKP iktidarının ise ancak 11. yılında 6306 sayılı Kanuna konu olabilmiştir.
6306 sayılı Kanun, emekçi mahallelerinde hiçbir kamu yararı gözetilmeden “kamulaştırma” için; üst orta gelirli mahallelerde ise bina düzeyinde ve yoğunluğu misli ile arttıran bir kentsel rant yaratmak için kullanılmaktadır.
Gaziosmanpaşa’da, Bağcılar’da, Kartal’da yurttaşlar ısrarla korunan bir hukuki belirsizlik içerisinde “anlaşmaya” zorlanmakta; Kadıköy’ün E-5 altı bölgesinde (hatta minibüs yolu) ise yıkıp yeniden yapma (yüksek oranlarda kat arttırarak), “deprem güvenliği” gibi takdim edilmektedir.
Deprem güvenliğinin, sadece hasar görmeyecek bina ile sağlanamayacağı; deprem güvenliğinin, örneğin İstanbul için en çok çekinilen deprem sonrası yangınlardan korunaklı, güvenli bir mesafede, belki de uzun bir süre kalınabilecek deprem sonrası toplanma alanlarının korunmuş (ve açıkça eksik olmaları gözetilerek kamulaştırmalarla yaratılmış) olması; altyapı hizmetlerinin deprem başta olmak üzere tüm afetlere uygun hale getirilmesi, başta kamusal sağlık olmak üzere tüm kamusal hizmet/ yardım ve dayanışmanın gereği gibi sağlanabileceği bir fiziksel düzenlenmenin yapılması gibi bir dizi başlığın bütünsel olarak ele alınması ve planlanması ile mümkün olduğu daha fazla gözardı edilemez.
AKP eliti, çok uzun bir süredir deprem güvenliğini sağlama bahanesiyle yeni rejiminin ihtiyaçlarını karşılamaktadır.
Türkiye’de ne AKP elitinin deprem/afet güvenliği mazereti ile kamu, kamusallık ve toplumsal yarar kavramlarını dönüştürmesini bir ayrıntı olarak görerek ne de inşaat sektörünün köpürtülmesinden 100 birim değilse de 1 birim faydalanma umudu ile yola devam edilmesi, demokratikleşme iddiası taşıyan hiçbir siyasal özne açısından olanaklı değildir.
30 Ekim 2020 depreminden hemen sonra, memlekete yirmi yıla yakındır kendisi hükümet etmiyormuş gibi “vesayetçi zihniyet” ‘den dem vuran Erdoğan’ın, bu depremi de bir kriz olarak rejimin tahkimi içim kullanacağına sanırım kimsenin kuşkusu yok.
“Yahu bırak rejimi de tahkikatı da hukuku da” diyenlere, geride bıraktığımız yirmi yıllık dönemde deprem/ afet güvenliğinin son derece eksik ve başarısız oluşunu göz önünde bulundurmalarını ve bu deprem krizinin, kamunun müşterek yararını gözeten yol ve yöntemlerle çözülmesi dışında aşılamayacağını haber vermek isteriz.
“Yeni binadan ev aldım” rahatlığı ile davranan üst orta gelir grubundan insanlara, hem yukarıdaki satırları bir kere daha okumalarını hem de depreme evde yakalanma garantisini nasıl elde ettiklerini sormayı isteriz.
AKP’nin inşaat hukukunun karşısına kamunun müşterek yararını ve haklarımızı başa koyan bir hukuksal/ politik bütünlük zorunludur.
AKP’nin (ve Saray’ın) kamu ve kamusallığı sıfırlayarak, yeniden tanımlaması karşısında yeni bir kamuculuk ve yeni bir kamusal tahayyül zorunludur.