6306 sayılı yasa 2012 yılında yürürlüğe girdi.
Kendisinden önceki mevzuata dayalı olarak yapılan uygulamalar gibi, 6306 sayılı Kanun uyarınca yapılan tüm uygulamalar da en uygun koşullarda (asgari maliyetle azami güvenlik) afet güvenliğini sağlayamamıştır.
6306 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinin üzerinden sekiz yıllık bir süre geçtikten sonra, “kentsel dönüşüm”ün üst orta gelir seviyesindeki bölgelerde bina düzeyinde yıkıp yeniden yaparak rant devşirme, öte yandan kent merkezindeki dar gelirli mahallelerde ise “kamulaştırma” tehdidi anlamını kazanmıştır.
6306 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden bu yana geçen sekiz yıl, gerek anılan mevzuatın gerekse de bu mevzuata dayanak zihniyetin, ne İstanbul’da ne de Türkiye’de afet (deprem) güvenliğini sağlayamayacağını hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde ortaya koymuştur.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 05.11.2020 tarihinde, 18 yıllık AKP iktidarı döneminde 975 bin TOKİ yapısı yapıldığını; ancak “dönüştürülmesi gereken” 6 milyon 700 yapının daha olduğunu açıklaması dahi durumu tüm çıplaklığı ile ortaya koymaktadır. Daha açık bir söyleyişle ve basit bir hesapla mevcut kentsel dönüşüm modeli ile deprem güvenliğinin tümü ile sağlanabilmesi için 123 yıla ihtiyaç olduğu söylenmektedir!
Oysa, içinden geçtiğimiz iktisadi kriz (ana muhalefet partisi liderinin ifadesi ile “buhran”) göz önünde bulundurularak, kimisi mülkiyete kimisi ise kiracılığa yönelik ucuz ve nitelikli konut arzının sağlanması zorunludur ve bunun çok çeşitli finansman modelleri ile gerçekleştirilmesi mümkündür.
İktisadi durum göz önünde bulundurularak, çok yüksek maliyetlerle ve sadece üst orta gelir grubunun deprem güvenliğinin sağlandığı modellerde ısrar edilmemesi, yukarıda saydığım ölçütlere uygun bir mevzuat çalışması yapılması gerekmektedir.
Deprem güvenliğinin salt bina düzeyinde ele alınamayacağını, binaların yıkılıp yeniden yapılmasının İstanbul gibi bir kentte deprem güvenliğinin sağlanması görevinin bir parçası; ancak çok küçük bir parçası olacağını özellikle vurgulamak isterim.
İstanbul depremi sonrasında gelişebileceği öngörülen korkutucu ihtimaller nedeniyle, yurttaşların deprem sonrası risklerden (örneğin yangından) korunaklı bir mesafede geçici olarak barınabileceği boş alanların korunması ve yenilerinin yaratılması, deprem sonrası sağlık hizmetinin aksamaması için hem sağlık tesislerinin fiziksel olarak yeterli hale getirilmesi hem de sağlık hizmetinin asgari olarak sürdürülebilmesi için gerekli hazırlığın yapılması, basit arama ve kurtarma ekipmanının güvenli bir biçimde mahalle düzeyinde örgütlenmesi ve benzeri bir bütünlük içerisinde ele alınmalıdır.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun bugün (08.11.2020) basında yer alan “İstanbul depremi bir beka sorunu olur”, ifadesi ise (tıpkı daha önceki örnekleri gibi) bu “olağanüstü hal”in de yeni bir anti-demokratik dalgaya bahane edileceğinin işaretidir.
Pandemi koşullarında yok vakaydı yok hastaydı diye halkın bilmesi gereken en temel bilgileri dahi eğip bükenlere, deprem güvenliğinin sağlanması sorumluluğunu, kim gönül rahatlığı ile teslim edebilir ki?
Kamu idaresinin en yalın görevini yerine getirmesini, başta deprem olmak üzere afet güvenliğini sağlamasını 123 yıl daha beklemeye kimin sabrı var?