Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.*
Hepimiz hayatta kalmak istiyoruz. Elbette sadece yiyerek, içerek veya temel ihtiyaçlarımızı gidermek suretiyle değil, aynı zamanda sosyo-kültürel, ekonomik gerçekliklerimizin içerisinde; dayanışarak, üreterek, muhabbet ederek yaşamak istiyoruz. Her yurttaşın, hayvanların, bize nimetlerini sunan toprağın, onu elleriyle besleyen su varlıklarının ve bir kaşık aşın önümüze gelmesini sağlayan emekçilerin tümünün yaşam hakkını kendi yaşamımızcasına kucaklayarak, omuz omuza hayatta kalmaya çalışıyoruz. Çünkü hiçbir zaman yalnız değildik yaşam savaşında.
Bugünlerde ise ihtiyaçlarımızın giderilmesine dair taleplerimizi haklarımızı haykırarak dile getiriyoruz. Zira her gün salgın sebebiyle yaşamını kaybeden insanların sayılarını takip ediyor, olabildiğince sosyal mesafeyi koruyarak kısmi yasaklara uymaya çalışıyor ama aynı zamanda izliyoruz; hala çalışmak zorunda olan emekçileri, iş yerlerini kapatmak zorunda olduğu için evinde kirasını nasıl ödeyeceğini düşünen esnafı, seyyar satıcıyı, çocuklarına kahvaltı için yedirecek bir şey bulamadığını haykıran bir anneyi izliyoruz.
Bu sebeple bugün haklarımızdan bahsederken sadece birinci kuşak haklarımızdan, sadece yaşam hakkından bahsetmiyoruz. İkinci kuşak sosyal ve ekonomik haklarımızı, üçüncü kuşak dayanışma haklarımızın da yaşamsallığını dile getirmemiz gerekiyor. Hem de pandemi günlerinde; rant, çıkar uğruna yurttaşların her birinin emeğine el atan, sofrasına oturup aşından çalan, bedenlerine hükmetmeye çalışan politikalar yerine yurttaşların her birinin haklarını teminat altına alan bütüncül bir hukuk politikası talebiyle, yaşamsal olan tüm haklarımızdan bahsediyoruz. Bugün bu yüzden tüm başlıkları bir kenara bırakıp “yaşamsal” olan tüm haklarımızın peşinden koşmamız gerekiyor.
Halkın bir kısmı evlerine hapsolmuşken, bir kısmı cezaevlerinde özgürlük ve yaşam mücadelesi verirken, bir kısmı ise sadece temel ihtiyaçlarını karşılamak ve hayatta kalmak için sağlığını, yaşamını tehlikeye atarak çalışmak zorunda. Tam burada Marx’ın insan doğası üzerine söyledikleri kulağımda çınlıyor; “insan fiziksel ihtiyaçlardan bağımsız olduğu zaman bile üretir ve bu ihtiyaçlardan bağımsız olduğu zaman ilk defa özgürce üretir.” **
Marx’ın söz ettiği üretim, sermaye sınıfını varlığını güvence altına almak için işçileri salgın koşulları altında çalışmaya zorlamak anlamına gelmiyor elbette. Üretim, temel ihtiyaçlardan dahi bağımsız olarak yaşamın ta kendisine tekabül ediyor.
Ancak özgürce üretebilmek-yaşayabilmek için temel ihtiyaçlarımız başta sosyal devlet ilkesi gereğince güvence altına alınmalıdır. Bunun teminatı, Anayasa’nın 5. Maddesinde “Devletin Temel Amaç ve Görevleri” başlığı altında “…sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.” şeklinde düzenlense de pratikte hala temel ihtiyaçlara dahi ulaşabilmek için canını, emeği aracılığıyla ortaya koyan insanlardan bahsediyoruz.
Günlerdir şahsi karantinalarımızda hayatlarımızı sürdürmeye çalışıyoruz. Hala konut ve iş yeri kiralarını, faturaları ödüyor; hala ilaç ve gıda için alışveriş yapıyor ancak para kazanamıyor veya sadece saydıklarımı karşılayabilmek için canımızı ortaya koyarak çalışmaya devam etmek zorunda kalıyoruz. Peki, pandemi günlerinde sosyal bir hukuk devleti sadece hastaları –meçhul olsa da- ücretsiz şekilde tedavi etmekle mi yükümlüdür? Alınan önlemler doğrultusunda toplumun herhangi bir kesimini yok saymadan, herkesin yaşamsal ihtiyaçlarını temin etmekle yükümlü değil midir?
Tarafı olduğumuz Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmesi’nin 11. Maddesi gereğince “Bu Sözleşmeye Taraf olan Devletler herkese, kendisi ve ailesi için yeterli bir yaşam standardına sahip olma sağlar. Bu standart, yeterli beslenmeyi, giyinmeyi, barınmayı ve yaşama koşullarının sürekli olarak geliştirilmesini de içerir. Taraf Devletler bu hakkın gerçekleştirilmesini sağlamak için, kendi serbest iradelerine dayalı uluslararası işbirliğinin esas olduğunu kabul ederek, uygun tedbirleri alırlar.”
Aynı maddenin 2. Fıkrasında ise açlıktan kurtulmanın temel bir hak olduğunu belirtilerek, doğal kaynakların etkili bir biçimde geliştirilmesini ve kullanımını sağlayacak bir yolla tarım sistemlerini ilerleterek veya reform yaparak, üretme, üretilenleri saklama ve dağıtma yöntemlerini geliştirmek, devletlerin yükümlülükleri olarak ifade edilmektedir.
“Adil ve Uygun Çalışma Şartlarını” düzenleyen 7. Madde uyarınca ise devlet, bütün çalışanlara asgari bir geliri, kendisi ve ailesi için nezih bir yaşamı, güvenli ve sağlıklı çalışma koşullarını güvence altına almalıdır.
Bu doğrultuda Devlet;
Sağlıklı ve temiz gıdaya erişimin temel bir insan hakkı olduğunu kabul etmeli, geçim kaynağı olmayan veya çeşitli sebeplerle gıda temin edemeyen herkesin yeterli şekilde beslenmesini sağlamalı,
Doğal kaynaklarımızın; talan edilmeden, rant uğruna katledilmeden etkili bir şekilde kullanılmasını ve korumasını güvence altına almalı,
Ekonomik politikalar aracığıyla üreticiyi tohum şirketlerinin insafına bırakmadan, gıda tedariği konusunda dışarı bağımlılığı, ithalatı en azı indirerek, yerel üreticiyi üretimin devamlılığı konusunda desteklemeli,
Su kaynaklarını korumalı ve ücretsiz suya erişimin temel insan hakkı olduğunu kabul etmeli; termik santraller, HES’ler uğruna ekosistemi işgal etmemeli,
“İşten çıkarmalar yasaklanıyor” başlığı altında işçileri güvencesizleştiren yasa tasarıları hazırlamak yerine ücretsiz izin hakkı tanımalı ve işçileri işini veya canını kaybetme ikileminden kurtarmalı,
Yurttaşların sağlıklı koşullarda barınabilmesi için gerekli tüm tedbirleri almalı, pandemi koşulları sebebiyle iş yeri ve konut kiralarına ilişkin yurttaşlara kolaylık sağlamalı ve bunun gibi insani yaşama koşullarını zamanın gereklerine göre geliştirebilmelidir.
Ancak ne yazık ki bugün, ‘tedbir’ adı altında uygulanan yasakların, hiçbir hukuki temeli olmayan; genelgeler, kararnameler yoluyla güdümlü ve keyfi bir biçimde toplumda yaşayan insanları çıkarlar doğrultusunda ayrıma tabi tutan politikalardan başka hiçbir şeye yardım edemeyeceğine şahit oluyoruz.
Emekçiler iş yerlerinde, suçsuz yere demir parmaklıklar ardında olanlar cezaevlerinde, kirasını, dışarı çıkamadığı için çocuklarına bir lokma ekmek bulamayan anneler ve faturasını nasıl ödeyeceğini kara kara düşünen bizler ise evlerimizde, yaşamaya dair bir savaş veriyoruz. Sosyal devlet mi? Hiç sanmıyorum.
Özgürce üretemiyor, özgürce yaşayamıyoruz.
Ama biz Nazım’ın da dediği gibi yaşamayı ciddiye almak ve bir zeytin dikmek istiyoruz, yaşamak yanı ağır bastığından…
*Nazım Hikmet Ran, “Yaşamaya Dair”, Bütün Şiirleri YKY
**Karl Marx, 1844 El Yazmaları, Birikim Yayınları 12. Baskı