DEMOKRASİ, SALGIN GÜNLERİNDE DE ŞART!
Dün (10.04.2020) gece saat 21:30 sularında, televizyon ekranlarından büyükşehirlerde iki günlük (haftasonu için) sokağa çıkma yasağı ilan edileceği haberi verildi.
21:30 ile gece yarısı arasında geçen süre boyunca ise; fırınlara, bakkallara hücum eden insanlarımızı, iki günlük sokağa çıkma yasağından elde edilecek yararı bir yana bırakın, bulaşıyı misli ile arttırabilecek izdihamı izledik…
Ekran erbabı fırınlara hücum edenleri şaşkınlıkla kınarlarken, asgari sosyal devlet uygulamalarının dahi olmamasının etkisinden, özellikle emekçi mahallelerindeki insanların salgınla da derinleşen kriz koşullarında nasıl günlük yaşamak zorunda kaldıklarının kanıtı olduğu bahsi hiç açılmadı.
Bakkal önlerindeki kuyruğun nedeni olan güvensizliğin kaynağı da muhatapları da zaten konuşulamazdı…!
Bir an için arkamıza yaslanıp bu iş başka türlü nasıl olurdu diye düşünmeye ne dersiniz?
Başta Türk Tabipler Birliği ve il tabip odalarının, yerel yönetimlerin, kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarının en başından beri sürecin bir parçası olarak kabul edildiğini tahayyül ediniz.
Sendikaların düzenli olarak bilgilendirildiğini, demokratik kitle örgütlerinin muhatap alınarak “kıvançta, kederde ve tasarıda birlik” duygusunun en ihtiyaç duyulan anda hayata geçirildiğini düşününüz.
Görüş ve eleştirilerinin suçla ilişkilendirilmek yerine, salgın dönemi yönetiminin muhtaç olduğu sahadan doğrudan bilgi akışının, yurttaşların demokratik denetiminin aracı olarak kabul edildiğini ve düşmanlaştırılmadığını hayat edin…
Salgın döneminde mutlak şeffaflık ve toplumun alınacak tedbirlere ikna edilmesi, kamu idaresine güvenin tesisi zorunludur.
İl sınırları Anayasa’ya uygun yol-yordamla kapatılsa ve kapatılmadan bir süre önce ‘şu gün şu saatte şu kadar süre ile genel zorunlu karantina uygulanacaktır’ ama örneğin ‘fırınlar açık kalacaktır’ dense, dün gece şahit olduğumuz panik ve izdiham yaşanır mıydı?
Efendim, demokrasi şart ve fakat demokrasi salgın koşullarında daha bir şart…!
“Sokağa Çıkma Yasağı” ifadesinin kullanılması Anayasal bir meseledir; Anayasa’nın 119’uncu maddesi uyarınca Olağanüstü Hal İlanı ve bunun Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce onaylanması ile mümkün olabilir.
Anayasa’nın 13’üncü maddesinde “temel hak ve hürriyetler” ancak “Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir” deniyor; yine aynı maddeye göre bu sınırlamaların “demokratik toplum gerekliliklerine” ve “ölçülülük ilkesine” aykırı olamayacağını konumuz açısından önemle vurgulamak isterim.
Anayasa’nın 23’üncü maddesi uyarınca “yerleşme ve seyahat hürriyeti”nin ancak kanunla sınırlandırılabileceği; sınırlandırma nedenleri arasında ise salgın hastalığın sayılmadığı ise ne yazık ki açık…
11 Mart’tan bu yana siyasal iktidar erbabının çok severek kamu idaresini sevk ve idare (!) ettiği genelgeler ise azıcık izan sahibi hukukçuları delirtmek için tasarlanmış gibi..!
Bu genelgelerin dayanağı olarak İl İdaresi Kanunu’nun 11’inci maddesi ile Umumi Hıfzısıhha Kanunu’nun 27’inci maddesine işaret ediliyor ancak iki yasal düzenleme de İçişleri Bakanı Süleyman Soylu Beyefendi’ye hiçbir hak ve yetki tanımıyor.
İl İdaresi Kanunu’nun 11’inci maddesi Valiler, Umumi Hıfzısıhha Kanunu’nun 27’inci maddesi ise “vilayet veya kaza hıfzıssıhha meclisleri” ile ilgili hak, yetki, görev ve sorumlulukı tanımlıyor.
İçişleri Bakanı imzası ile valilere ve hıfzısıhha meclislerine genelge göndermek ise hukuki olmamasının yanı sıra; ancak neoliberal dönemin “güçlendirilmiş yürütmesi” tarafından başvurulacak bir irrasyonalitedir. Kanundan kaynaklanan görev ve sorumluluklarını yerine getiremeyecek hale getirilmiş “neme lazımcı” bir idari teşkilat ve her şeyi tek elde toplama deliliğinin çaresizliği…
Okurun – en azından önemli bir kısmının- kendimizin ve sevdiklerimizin canı ile uğraşıyoruz dediğini duyar gibiyim. Bu konuda iki noktayı özel olarak vurgulamak isterim.
Birincisi demokratik olmayan bir biçimde kamu düzeninin sürdürülemeyeceğini gördük, görüyoruz… Valilerin yahut artık toplandıkları dahi belli olmayan hıfzıssıhha meclislerinin çoktan alması gereken toplum hareketinin sınırlandırılması/kısıtlanması kararının, bütün yetkileri tek merkezde toplama çılgınlığı nedeni ile nasıl geciktirildiğini; kısmi bir uygulamasının bile neoliberal merkeziyetçilik nedeni ile nasıl bir felakete dönüşebildiğini, hem Türkiye’de hem de dünyanın çeşitli yerlerinde tecrübe ettik, ediyoruz. Salgın dönemini en az hasarla atlatabilmek; ancak demokratik bir kamu düzeni ile mümkündür.
İkincisi, bu salgını memleketimiz ve insanlık er geç atlatacak. Sevdiklerimizle birlikte bu salgını sağlıkla atlatabilmek için olduğu kadar, sonrasında kaderimizin genelgelerle belirlenmemesi için de; meşru bir amaç için yapılanların, hukukiliğini, Anayasa’ya ve ulusalüstü insan hakları belgelerine uygunluğunu talep etmek zorundayız.
Son olarak, yakın dönemde en acı hali ile tecrübe ettiğimiz OHAL uygulamaları nedeni ile belki de haklı olarak “ne anlatıyorsun hocam sen” diyenlere bir çift sözüm var.
OHAL dönemlerinde yapılacak uygulamaların tümünün, OHAL ilanının amacına uygun olması ve ancak bu amaçla sınırlı olması zorunludur. Pandemi koşullarında alınacak tüm tedbirler, yapılacak tüm uygulamalar halk sağlığı amacına özgülenmek zorundadır. Bu amaç dışında düzenleme yapılmaması için; siyasal iktidara güvenmeyi değil, tüm demokrasi güçlerine güvenmeyi öneriyorum.
Salgın döneminde tüm demokrasi güçlerinin kendi özelliklerini koruyarak müşterek bir programa kavuşması elzemdir.
Ne demiştik, demokrasi şart ve fakat demokrasi salgın koşullarında daha bir şart…!
Can Atalay