Bilindiği üzere geçtiğimiz günlerde Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, Türkiye’de ilk vakanın görüldüğünü belirterek “Akşam saatlerinde koronavirüs şüphesi olan bir vatandaşımızın sonucu pozitif çıktı” açıklamasını yaptı. Bugün artık Türkiye’de toplamda 6 kişinin koronavirüsü taşıdığını biliyoruz.
COVİD-19, halk arasında Koronavirüs olarak bilinen, Çin’in Wuhan kentinden dünyaya yayılarak Avrupa ve Asya kıtaları başta olmak üzere ciddi sayıda ölümlere sebep olan salgın, 12 Mart 2020 tarihi itibariyle Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından “Pandemi” yani “Küresel Salgın” olarak ilan edildi.
Dünya Sağlık Örgütü Genel Sekreteri Tedros Adhanom Ghebreyesus, 11 Mart itibarıyla 114 ülkede 118 bin vakanın görüldüğünü ve 4 bin 291 kişinin hayatını kaybettiğini açıkladı ve sözlerine “Bu pandeminin seyrini değiştirmek ülkelerin elinde. Her ülke kamu sağlığını korumak ile ekonomik ve sosyal faaliyetlere yönelik kısıtlamaları en az seviyede tutmak arasında hassas bir denge bulmalı, bunları yaparken insan haklarına da saygılı olmalı.” ifadeleriyle devam etti.
11 Mart 2020 gecesi itibariyle Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca’nın 00.30 itibariyle, Türkiye’deki ilk koronavirüs vakasını açıklamasının ardından, yurttaşlarda oluşan ve giderek perçinlenen “devletin yetkili organlarına olan güvensizlik” konusu tekrar gündeme gelmiş oldu.
Peki, yurttaşların “pandemi” ilan edilen ve halk sağlığını ciddi şekilde tehdit eden bu salgın açısından, Sağlık Bakanlığı başta olmak üzere devletin yetkili organlarına olan güvensizliğinin kaynağı nedir?
Bu soruları cevaplamadan önce “Halk Sağlığı” kavramının ne olduğunu irdelemek gerekiyor.
Sağlık hizmetleri ve toplumsal çevrenin sağlık üzerindeki etkileri başta olmak üzere, hastalıkların ve hastalık yaratma ihtimali olan etkenlerin ortaya çıkmasındaki biyolojik, fiziksel ve sosyal çevre etkenlerinin, çevresel zararları önleyeci tedbirlerin, nüfus ve sağlık değişkenlerini ve sağlık ile hastalık kavramlarının incelenmesi alanında gerçekleştirilen her türlü faaliyetin “Halk Sağlığı” açısından değerlendirilmesi mümkündür. Elbette ki bu tanım her şeyden önce, politikalar aracılığı ile yurttaşların sağlığına ilişkin gerekli önlemleri almasını, sağlık hakkı bakımından ihlal oluşturabilecek her türlü faaliyetin denetlenmesi ve sınırlandırılmasını, halkın; sağlık problemleri ve alınacak önlemler bakımından aydınlatılmasına hizmet etmektedir.
İşte tam bu noktada Dünya Sağlık Örgütü Genel Sekreteri Tedros Adhanom Ghebreyesus’un ve Türkiye Tabipler Birliği’nin yaptığı açıklamalar ışığında koronavirüs olarak bilinen COVİD-19 adlı virüsün bir halk sağlığı problemi olduğunu ve devletlerin yükümlülüklerinin ne olduğunu tartışmak gerekiyor.
Zira yurttaşlar tarafından, Sağlık Bakanlığından yapılan açıklamanın yetersizliği, halkın yeterince aydınlatılmadığı ve gerekli önlemlerin alınmadığı şeklinde çok kuvvetli eleştiriler olduğu görülüyor. Vaka sayılarının belirtilenin çok daha üzerinde olduğu, gerekli önlemlerin zamanında alınıp alınmadığı, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bu çeşit bir salgın karşısında hazırlıklı olup olmadığı ve virüsün tespitine ilişkin testlerin hangi koşullar altında yapıldığına dair onlarca sorunun, yurttaşlar açısından cevapsız kaldığını ve hatta yapılan açıklamalara ilişkin olarak devletin yetkili organlarına karşı ciddi bir güvensizlik hali olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Bu aşamada hukuken korunan anayasal bir sosyal hak olan sağlık hakkı açısından devletin yükümlülüklerini hatırlatmakta fayda var.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 5 . maddesi uyarınca, Devletin temel amaç ve görevleri belirtilmiştir. “Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.”
Sağlık Hizmetleri ve Çevrenin Korunması başlıklı 56. Madde uyarınca ise “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.” “Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler.” “Devlet, bu görevini kamu ve özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak, onları denetleyerek yerine getirir.”
Hukuken koruma altına alınmış bir sosyal hak olan sağlık hakkı, günümüzde küresel sermayenin sebebiyet verdiği çevre sorunları ile de insan sağlığını tehdit ediyor ve bu tehditlerden etkilenen yurttaşların sağlık hizmetlerinden yararlanması çeşitli neo-liberal politikalar aracılığıyla zorlaştırılıyor veya sınırlandırılıyor. Hükümet, 17 yıllık iktidarı süresince, sağlık alanında yaptığı düzenlemelerle, ekonomik zorluklarla baş etmeye çalışan halkın, sağlık hakkından yararlanmasını işte tam olarak bu çeşit politikalarla zorlaştırıyor ve güvensizliği giderek arttırıyor.
Buna örnek olarak; Şehir Hastanelerinin yarattığı kamusal sağlık hakkı ihlalleri ve hastanelerin finansmanında yüksek maliyetli Kamu Özel Ortaklığı’nın tercih edilmesi henüz tartışılırken, bu projelerden, (İktidar tarafından son derece hiddetli bir şekilde savunulmasına rağmen) vazgeçilmesi adeta halka, “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” dedirtiyor.
Ancak güvensizliğin temel sebebi hala daha sadece halk sağlığı problemlerinden kaynaklanmıyor. 17 yıllık AKP iktidarına olan güvensizlik, aslında devletin genel politikaları aracılığıyla her alanda kendini hissettiriyor. Zira, bugün sadece koronavirüs tehlikesiyle karşı karşıya değiliz. Henüz birkaç hafta önce kapımıza dayanmış bir savaş, kötü muameleye maruz kalan binlerce mülteci, dış politikalar aracığı ile kirlenmiş bir ekonomi politikası, vatandaşı kıskacı altına almış durumda.
İdlib’de çok yeni yaşananlar bunun en büyük kanıtı olsa gerek. Cumhurbaşkanlığı, Türk Silahlı Kuvvetleri ve muhalefet tarafından herhangi bir açıklama yapılmamasına karşın, İdlib’de yaşanan saldırıya ilişkin Devlet yetkililerinden bir kelime dahi duyulmadan, uzun süre sadece Hatay Valisi Rahmi Doğan’ın açıklamalarda bulunması, İdlib’de yaşanan gerçeklere ilişkin güvenilir bir kaynağa ulaşmanın imkânsızlığını ortaya koymuştu. Oysaki Devlet yetkilileri, kamuoyuna doğru bilgiyi ulaştırmakla yükümlüydü.
Aksine, sosyal medya aracılığı ile Uluslararası medya kaynakları tarafından elde edilen ve saldırının yaşandığı bölgeden gelen haberler aracılığı ile ilk bilgilere sahip olduğumuz olaylar hakkında, sosyal medya platformlarına erişimin kısıtlanması sonucunda toplumun, etkisiz medya araçları ve topluma karşı sorumlu yetkililerin suskunluğu karşısında, kendi çabaları ile yaşananlara ilişkin Anayasa’nın 26. Maddesi ile koruma altına alınan “İfade Özgürlüğü” ve “Bilgi ve Düşüncelere Erişme Hakkı” kapsamında değerlendirilmesi gereken doğru bilgiye ulaşma hakkı bir kez daha ihlal edilmişti.
Bugün ise 15.03.2020 tarihi itibariyle ülkemizde 6 kişinin koronavirüs taşıdığını, Medine’den Ankara’ya ve Konya’ya gelen Umre yolcularının karantinaya alındığını ve aralarından bir kişinin ise koronavirüs testlerinin pozitif çıktığını öğreniyoruz. Ama açıklamayı sadece Sağlık Bakanlığı’ndan değil aynı zamanda Gençlik ve Spor Bakanlığı’ndan da dinliyoruz. Çünkü karantinaya alınan yolcular, Konya ve Ankara’da olmak üzere toplamda 5 öğrenci yurduna yerleştirildi. Yapılan açıklamada her ne kadar üniversitelerin tatil olmasından dolayı mağduriyet yaşatılmadığı belirtilse de sabah uyandığımızda yurtlarda kalan öğrencilerin gece üç sularında yurtlarından apar topar çıkartıldığına, ellerinde valizlerle nereye gideceklerini şaşıran öğrencilerin mağduriyetine seyirci oluyoruz.
Ve soruyoruz; “Devlet, virüs şüphesi altındaki vakalara karşı önlemini dahi ciddiyetle, kimseyi mağdur etmeyecek şekilde alamıyorsa, “karantina” için öğrenci yurtlarından başka seçeneği göz önünde bulunduramıyorsa ve halkın bilgilendirilmesinin hayati olduğu her olayda “doğru bilgiye” ulaşmak bu kadar zorsa, biz nasıl bir “güven ilişkisinden” söz edebiliriz?”
Bu haliyle, bugünlerde iktidarın; sadece sağlık politikasına karşı bir eleştiri gerçekleştirmiyoruz, devletin yetkisi altındaki tüm kurumların “küresel bir felaketle” nasıl başa çıkamadığına tanık oluyoruz. İktidarın politikalarına ve devlet yetkililerinin açıklamalarına karşı bir güvensizlik oluşmasının sebebinin elbette ki sadece koronavirüs vakaları olmadığı ortada. Güvensizlik; Akp iktidarı ve denetimsiz politikaları aracılığı ile bir halk sağlığı problemi olarak karşımızda.