TBMM tarafından çıkarılan 7188 numaralı kanunun tam adı “Ceza Muhakemesi Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun.” Kamuoyunda Yargı Reformu Paketi olarak biliniyor. 15 Temmuz ve sonrasında yaşananların, hak ve özgürlükler alanında yarattığı yıkımı ortadan kaldıracağı, Türkiye’yi yeniden (!) insan hakları temelli demokratik bir hukuk devleti yapacağı iddiasıyla Cumhurbaşkanı ve Türkiye Barolar Birliği Başkanı tarafından müjdelenmişti. Bu aynı zamanda bir itiraftı: Türkiye bu paketten önce insan haklarını temel alan demokratik bir hukuk devleti değildi demek ki!
TBB tarafından yeni açılmış, evlere ve işyerlerine servis yapan pideciler gibi broşürler bastırıldı, kuşe kağıda illüstrasyonlu reklam metinleri hazırlandı, yüz binlerce lira harcanarak ülkedeki tüm avukatlara postalandı. Böylece Saray’a gitmenin “esas sebebi” anlatılarak avukatların gönlü alınacaktı: Gittim ama bakın Saray’dan size neler neler getirdim! (Sanki hak ve özgürlükler sadece avukatları ilgilendiren bir konuymuş gibi).
Yargı paketinde neler olacağı uzun süre tartışıldı. Malum, ortada bir hediye paketi olunca insan içinde ne olduğunu merak ediyor. Toplantılar yapıldı, büyük tartışmalar yaşandı, baro başkanları TBB’yi genel kurula çağırdı vs… Nihayet hazırlanan paketin birinci kısmı meclise getirilerek kabul edildi. Şimdi paketimizi açıp bakalım, neler neler getirmişler.
HERKESE YEŞİL PASAPORT VERİLMEYECEK
Madde 1: Paket, Pasaport Kanunu’nun 14’üncü maddesine yapılan bir eklemeyle başlıyor: 15 yıl kıdemi olan avukatlara yeşil pasaport geliyor. TBB Başkanı’nın avukatlara en büyük müjdelerinden biriydi. En güzel hediye en ön sıradaydı. Sağolsun. Fakat öyle her önüne gelene yok. Hakkında, bazı suç tipleri kapsamında açılmış bir soruşturma veya kovuşturma olmayacak. Bu suçlara ise kabaca “siyasi suçlar” diyebiliriz. En çok bilineni terör örgütünün propagandasını yapmak suçudur ki hakkınızda soruşturma açılması en kolay olan suçlardan biridir. Yani birini bıçaklamadıysanız hakkınızda soruşturma açılması absürttür ama attığınız bir tweet’ten propaganda suçlaması yapılması artık hayatımızın olağan akışında isnat edilebilecek suçlardan biri diyebiliriz. Üstelik birini gerçekten bıçaklamış olmanız yeşil pasaport almanıza engel teşkil etmiyor. Bu konuya tekrar döneceğiz. Son olarak, kanun bu konudaki yetkiyi de İçişleri Bakanlığı’na veriyor. Yani “verilir” demiyor, “verilebilir” diyor. Hukukumuzun üstüne görünmez, ulaşılmaz, dokunulmaz bir Orta Çağ melaneti gibi çöken “iltisak” canavarının yeşil pasaport verilirken devreye girip girmeyeceği muallak. Ancak terör örgütü üyeliği gibi en ağır suçlamalardan birinde dahi kullanıyor olduğunu görünce, idarenin bu fırsatı kaçıracağını düşünmek saflık olur.
Pasaport Kanunu’ndaki ikinci değişiklik genel olarak KHK’lılara ilişkin. Diyor ki, şu şu tarihli KHK ile pasaportu iptal edilenlerden; takipsizlik kararı alanlar, beraat edenler, davanın reddine veya düşmesine karar verilenler, cezasını çekenler ya da hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilenlere pasaport verilebilir, ama hakkında idari ya da adli soruşturma veya kovuşturma olmayacak. Öncelikle, bir kişinin seyahat hürriyeti ancak hakim kararıyla kısıtlanabilir. Yani idari bir makamın sizin pasaportunuzu iptal etmesi, size pasaport vermemesi gibi bir yetkisi yok. Bunu söyleyen anayasanın 23’üncü maddesi. Diyor ki; hakkınızda bir soruşturma veya kovuşturma varsa ve yurt dışına çıkmanız bu soruşturma veya kovuşturmanın amacını tehlikeye atacaksa ya da suç işlenmesine sebep olabilecekse, o zaman hakim sizin yurtdışına çıkmanızı yasaklayabilir. İdare değil. Hele ki hakkınızdaki soruşturma idari bir soruşturma ise hakim bile yasaklayamaz. Herhalde çok önemli bir konu ki, Pasaport Kanunu’na değil de anayasaya yazmışlar.
KEYFİ UYGULAMA, HAK DİLENME MÜCADELESİ DEVAM EDİYOR
İdaremiz bu kuralı senelerdir keyfince kullandı. İnsanların pasaportlarını herhangi bir hakim kararı olmaksızın iptal etti. Birçok dava açıldı, mahkemelerimiz de anayasa hükmünü yok sayıp bu iptalleri onayladı. Şimdi diyorlar ki, aynı mahkemeler ve idari makamlar suçsuz olduğunuza karar verdiyse veya cezanızı çektiyseniz pasaport alabilirsiniz. Denilebilir ki olan oldu, ne güzel işte sorunu çözüyorlar fena mı? Fena. Çünkü sorunu çözmüyor, pasaport verilmemesi gibi bir idari işlemi sanki yetkisi dahilindeymiş gibi yine idareye bırakıyor. En baştan anayasaya aykırı olan idari bir işlemi yine anayasaya aykırı bir yasayla çözdüğünü söylüyor. Buradaki mesele, pasaport denilen defterin düzenlenmesinden ibaret bir idari işlem değil, anayasal bir hak olan seyahat özgürlüğü. Dolayısıyla da bu işi yine idari bir işleme dönüştürüp sadece memuruna talimat veriyor. Üstelik yine “verilir” demiyor, “verilebilir” diyor. Sonra yine keyfi uygulama, yine işlemin iptali davaları ve yine aynı mahkemelere gidip hak dilenme mücadelesi. Hep kahır.
Peki bu düzenlemeye ihtiyaç var mı: Var. Çünkü idare direniyor, hakkında beraat kararı verilmiş insanlara pasaport vermiyor. Hatta sisteme işlemişler, sistem izin vermiyor. Dolayısıyla parlamentomuz itiraf ediyor: İdare hukuka uygun davranmıyor, mecbur kanun yapacağız. Hiç bunlara girişmeden, KHK ile pasaport iptali yapmayabilir, devamında da “Sen kimsin ki hakkında herhangi bir hakim kararı olmayan birine pasaport vermiyorsun?” diye memuruna soruşturma açabilirdi. Böylesi çok daha doğru olurdu.
SINAV İÇİN BAKALIM HANGİ ÜSTADIMIZ İLK DERSHANEYİ AÇACAK?
Madde 5: Senelerdir konuşulan avukatlık sınavı meselesi, bu defa kesinleşti. Yetkin olduğum bir konu olmadığı için fazla söz edemeyeceğim. Sadece bir sınav denince gözümün önüne hemen dershane fotoğrafı gelir. Bir iki seneye her yerde avukatlık dershaneleri açılıp, sınavı geçirmek için hukuk mezunlarından beşer onar bin alınacağını öngörmek zor değil. Bakalım ilk dershaneyi hangi üstadımız açacak?
Madde 12: Adalet akademisinde ders veren hakim, savcı ve akademisyenlere ders ücreti ödenecekmiş. Haklarıdır, ödensin.
Madde 13: Terör örgütünün propagandasını yapmak suçunu düzenleyen maddenin sonuna “Haber verme veya eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz” ibaresi ekleniyor. En kritik maddelerden biri bu çünkü kanımca insan haklarına dayalı demokratik hukuk devleti vaadinin altında bu madde var. O nedenle bu kısmı biraz uzun tutmak zorundayım.
Suçu düzenleyen maddenin ham haline bakalım:
“Terör örgütünün; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapan kişi, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” Maddenin bu hali de aslında çok eski değil, 2013’te yapılan değişiklikle bu hale geldi. Bu değişikliğin sebebi ise terör propagandası suçundan verilen cezalar nedeniyle İHAM’dan sürekli ihlal kararları çıkmasıydı. Savcılarımız her gördükleri ifade için dava açıyor, mahkemelerimiz de bu davaları kabul edip ceza yağdırıyordu.
2013 yılında yapılan değişiklikle maddenin kapsamı “daraltıldı”. Mealen mahkemelere denildi ki; fikirlere ceza vermeyin, eğer terör örgütünün yöntemlerini, cebiri ve şiddeti öven bir ifade varsa bunu cezalandırın. Madde metninde iki kez “yöntem” kelimesi geçiyor. Yani yasa koyucu fikrin kendisini cezalandırmanın yasak olduğunu, ancak terör örgütlerinin cebir şiddet içeren yöntemlerini övmenin cezalandırılmasını emrediyor.
MAHKEMELER NİYET TARTIŞMASI TEKNİK ADIYLA KAST TARTIŞMASI YAPTILAR
Sonra bu değişiklik yürürlüğe girdi ve uygulanmaya başlandı. Ama mahkemelerce verilen kararlarda pek bir değişiklik olmadı. Yine çok basit ifadelere, herhangi bir cebir ve şiddet propagandası yapmayan basın açıklamalarına, sloganlara, cenaze törenlerine cezalar yağmaya devam etti. Bu defa devreye Yargıtay girdi. Yüzlerce içtihadında derece mahkemelerine “cebir ve şiddet övme yoksa ifade özgürlüğüdür, ceza verilmesi yanlıştır” kararları verdi. Ama yine olmadı. Ağır ceza mahkemelerimiz direnmeye devam etti.
En büyük tartışma ise bir bildiriyle patladı. “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı binden fazla akademisyenin yayınladığı bildiri ülkede çok geniş tartışmalar yarattı. Onlarca farklı şehirde, imzacı akademisyenlere davalar açıldı, cezalar verildi. Hatta aralarından üçü, metin ortaya çıkar çıkmaz tutuklandılar.
Onlarca farklı mahkemede yapılan yargılamalar sonucunda tek bir beraat kararı çıkmadı (Antalya’da bir hakimin yazdığı muhalefet şerhi dışında). Hepsi hep bir ağızdan “terör örgütünün propagandası yapılmıştır” kanaatine vardılar. Peki bildiride, maddede anlatıldığı gibi terör örgütünün cebir ve şiddet içeren eylemlerini öven bir ifade var mıydı? Hayır. İddianameler de mahkemeler de bunu teslim ettiler. Ancak mahkemelerimiz ceza verirken kabaca şunu söylediler: Devletin terörle mücadele ederken yaptığı operasyonlara katliam demek suretiyle terör örgütünün propagandası yapılmıştır. Üstelik terör örgütünü kınayacak tek bir laf dahi etmemişler. Demek ki sanıkların esas amacı terör örgütünün propagandasını yapmak. Yani mahkemeler esas olarak bir niyet tartışması, teknik adıyla söylersek kast tartışması yaptılar. Sanıkların kastını tespit ettikleri anda bunun cezalandırma için yeterli olduğuna kanaat ettiler.
Bütün mahkemelerden hemen hemen aynı cümlelerle aynı kararların çıkması bize şunu gösterdi: Yargı örgütümüzdeki, terörün propagandası suçuna ilişkin direnç birlik içinde devam ediyor. Kanun metni değişse bile kabullenmek istemiyorlar.
Sonunda mesele Anayasa Mahkemesi’nin önüne geldi. AYM verdiği kararda metnin suç teşkil etmediğine, mahkemelerce verilen kararların ifade özgürlüğünün ihlali olduğuna hükmetti. Tabi tüm bu tartışmalar paketimize de yansıdı ve yukarıda yazılan düzenleme madde metnine eklendi: Artık haber verme ve eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç teşkil etmeyecek. Peki bu ekleme işe yarayacak mı? Umudum yok.
Çünkü yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi, mahkemelerimiz bu suçun oluşumunda kastı tespit etmiş olmalarını cezalandırma için yeterli sayıyor. Bakın öyle üçü beşi değil, hepsi. Maddeye eklenen metinde ne var: Haber verme ve eleştiri AMACIYLA yapılan düşünce açıklamaları. Yine kastın tespitine dönüyoruz. Bundan sonra verilen her karara şu ifadeyi ekleyip aynen devam edilecektir: Ben baktım, sanığın ifadelerinin haber verme ve eleştiri amacını AŞTIĞINI tespit ettim.
SORUNUMUZ MADDE METNİ DEĞİL HAKİMLER
Başka bir soruyla devam edelim. Bu düzenlemeye ihtiyacımız var mıydı? Hele ki Yargıtay’ın ve AYM’nin onlarca kararıyla bu suçun sınırları çizilmişken. Sonuçta bu mahkemeler de aynı kanuna dayanarak bu kararları verdiler. Eğer ilk derece mahkemeleri bu maddenin yorumunda denetleme mahkemelerinin çizdiği sınırları kabul etselerdi yeni bir düzenlemeye ihtiyacımız olmayacaktı. Üstelik bu çok daha sağlıklı bir yol olacaktı çünkü terörün propagandası suçunun sınırları üst üste koyarak, biriktirerek, bir yargı kültürü inşa edilerek çizilmiş olacaktı. Böylece üç beş senede bir yanına yöresine manasız ifadeler eklenen kanun metinlerine muhtaç kalmazdık. Demek ki sorunumuz madde metni değil, sorunumuz hakimler. Demek ki bir itiraf daha, hakimlerimiz ifade özgürlüğünün koruyucusu değil, katilidirler. O yüzden ellerini bağlamak zorundayız.
TUTUKLAMA TEDBİRİ ‘BURNU SÜRTSÜN’ AMACIYLA KULLANILIYOR
Sonuç olarak, ifade özgürlüğü başlığındaki en sorunlu suç tiplerimizden olan terörün propagandası sorununu bu maddenin de çözmeyeceği kanaatindeyim. Zaten, yapalım bir kanun hemen çözülsün düşüncesi baştan faydasız, ama o başka konu.
Madde 18: En büyük dertlerimizden biri daha: Tutukluluk süresi. Baştan söyleyelim, düzenleme iyi. İnsanların, neyle yargılandıklarını dahi bilmeden yıllarca tutuklu kalmasını engelliyor. Bir yıl sınırı getiriyor. Fakat suçunuz “siyasi” ise bir yıl daha iddianamesiz yatabilirsiniz (Bir de toplu işlenen suçlardansa). Acaba suçun “siyasi” olması savcıların işlerini daha mı zorlaştırıyor. Mesela bu suçların delillerinin toplanması diğer suçlara göre daha mı zor? O yüzden mi “siyasi” olunca tutma süresi daha da uzayabiliyor? Yoksa savcılarımız tutuklama tedbirini “burnu sürtsün” niyetiyle kullandıkları için bir yıllık burun sürtme yetmiyor mu? Neyse, öyle ya da böyle, bu ülke, bir gün önce tahliye edildikten sonra tekrar yakalama kararını duyup “Hakkımda yakalama kararı çıkarmışsınız, buyrun geldim” diyen bir sanığın duruşma salonunda göz altına alındığı ve tekrar tutuklandığı bir ülke. Dolayısıyla bu düzenlemenin hayırlı olduğu kanaatindeyim.
DELİL TOPLAMADAN İDDİANAME DÜZENLENDİĞİNİN İTİRAFI
Madde 20: Ceza Muhakemesi Kanunu’nun iddianamenin iadesini düzenleyen maddesine bazı eklemeler yapılıyor. İddianamenin iadesi şu demek: İddianamelerde bulunması zorunlu olan hususlar kanunda belirli, bir savcı bu hususları yerine getirmeden dava açtıysa mahkeme bu iddianameyi iade eder, şunları düzelt öyle getir, der. Bu hususlara bazı eklemeler yapılmış. Suçun sübutuna doğrudan etki edecek mevcut bir delil toplanmaması. Yahu gerçekten eğitemiyor musunuz savcıları? Suçun sübutuna doğrudan etki edecek bir delili toplamadan nasıl savcılık yapılır? İcra ettikleri mesleğin esası bu değil mi, delil toplamak? Üstelik de suçun sübutuna doğrudan etki edecek bir delil. Yine soruşturma veya kovuşturma yapılması izne veya talebe bağlı olan suçlarda izin alınmaksızın veya talep olmaksızın düzenlenen iddianameler de artık iade edilecekmiş. İnsan utanır bunu oraya yazmaya. Demek esas delili toplamadan, izin şartsa izin almadan iddianame düzenleyen savcılar olduğunu itiraf ediyorsunuz?
CİNSEL SUÇLARA İLİŞKİN SORUŞTURMALARDA BOŞLUKLAR VAR
Madde 22: Suç mağdurlarının beyanlarının nasıl alınması gerektiği tartışmalı bir konu. Cinsel suçlara ilişkin soruşturmalarda suç mağdurlarına olayın tekrar anlattırılması, olayı tekrar yaşatmak kadar travmatik sonuçlara neden olabiliyor. Özellikle de duruşmalarda sanıkla karşı karşıya getirildiğinde. Diğer taraftan, bu olaylarda çoğunlukla başka bir tanık ya da delil bulunamıyor. Bu yüzden de mağdurun sağlıklı bir beyanının alınması şart.
Bu beyanın nasıl alınacağına dair düzenlemede iyi niyetli denilebilecek bazı değişiklikler yapılmış. Deniliyor ki; mağdurun şüpheli ya da sanıkla karşılaşması sakıncalı ise mağdurun beyanı uzmanlar eşliğinde özel bir yerde alınır, kaydedilir, bu kayıt yazılı tutanağa geçirilir ve sanığa ya da avukatına verilir. Bu aşamaya kadar mağduru koruyan bir düzenleme ancak bazı boşluklar var. Mesela mağdura doğrudan soru sorma hakkının sanığa ya da müdafine tanınıp tanınmadığına dair bir ibare yok. Sanığın beyanın alınması sırasında orada olmayacağı kesin ancak müdafisinin katılıp katılamayacağı meçhul. Bu konunun uygulamada sorun çıkarması muhtemel. Zira savunma hakkı açısından, özellikle de başka bir delilin olmadığı davalarda mağdurun beyanı tek başına belirleyici olabilir. Dolayısıyla bu beyanın gerçekliğinin tüm şüphelerden uzak bir kesinliğe erişmesinin sağlanması elzem. Savunma hakkının etkili kullandırılmaması nedeniyle birçok haklı bozma kararıyla karşı karşıya kalabiliriz.
HUKUKUN ANGARYA OLARAK BAKTIĞI DAVALARDA PAZARLIK USULÜ
Madde 23: Şu meşhur savcılara pazarlık yetkisi konusu. Kanun birkaç tane suç tipi saymış, bayağı komedi filmlerinde görülen suçlar. Parada sahtecilik, başkasına ait kimlik belgesinin kullanılması, kumar oynanması için yer ve imkan sağlama vs… Savcılara diyor ki; şüpheliyi çağır, alabileceği cezayı söyle, ona da yüzde elli indirim teklifi yap, kabul ederse hemen mahkemeye gidin, biz aramızda anlaştık diyin, mahkeme de anlaşmayı hükme bağlasın olay kapansın. Bu davalar hakikaten adliyenin angarya gözüyle baktığı davalar. Savcısı, hakimi, hatta adalet bakanı da dahil kimsede bu suçların cezalandırılması yoluyla kamu düzeninin sağlanması, suç işlenmesinin önlenmesi gibi ceza kanununun temel amacına dair bir heves ya da motivasyon yok. Eee serbest bırakacak halleri de yok ya. Mesela 1072 sayılı Rulet, Tilt, Langırt ve Benzeri Oyun Alet ve Makinaları Hakkında Kanun… Bunların kullanımını yasaklamış. Daha sonra bir davaya konu olmuş ve koca Anayasa Mahkemesi 2015 senesinde langırt ifadesi yönünden kanunu iptal etmiş. Yani langırt oynatmak artık serbest. Ama diğerleri hâlâ yasak. Belli ki talep hakim ve savcılardan gelmiş, gözünüzü seveyim bizi bu saçma sapan işlerden kurtarın diye. Meclis de kurtarmaya karar vermiş.
PAZARLIK KABİLİYETİNİZ NE KADARSA O KADAR AZ CEZA
İşte bunun gibi suçlarda savcılara şüpheli ile pazarlık yetkisi veriyor, şüpheli verilen cezayı kabul ederse mahkeme sadece şekil şartlarına bakıp hükmü kuruyor. Artık pazarlık kabiliyetiniz ne kadarsa o kadar az ceza alıyorsunuz. Buradaki diğer problem şu: Bu usulde bir sorun çıkarsa davaya eski usulle devam ediliyor ama şüpheli savcılık önünde pazarlığı kabul etti bir kere. Pazarlığı kabul ettiyse isnadı da kabul etmiş sayılıp ona göre davranılacağı kesin. Gerçi bu beyanları delil olarak kullanılamaz deniliyor ama savcının da hakimin de aklına kazındı bir kere. Geri dönüşü yok. Bir de şüphelinin, senelerce mahkemelerde sürüm sürüm sürünmektense, altı ay hapis ve ertelemeyi kabul etmesi gibi ihtimaller var. Çok cezbedici bir hal.
MAHKEMELERDE DOSYA KOYACAK YER KALMADI
Madde 24: Basit yargılama usulü. Yine cezası düşük olan davalarda uygulanabilecek bir usul. Zaten yatarı olmayan binlerce dosya asliye ceza mahkemelerinde sanığın bir türlü bulunamaması, gelip savunmasını yapmaması nedeniyle uzadıkça uzuyor. Emniyete yazı yazılıyor, emniyet cevap dahi vermiyor. Hem gerçekten ciddi bir iş yükü yaratıyor hem de artık mahkemelerde dosya koyacak yer kalmadı. Bu yüzden de üç yüz senelik yüz yüzelik ilkesini, sorgusuz-savunmasız ceza olmaz ilkesini unutup yargılama yapabilir, sanığa 15 gün süre verip savunmasını yapmazsa yokluğunda ceza verebiliriz artık.
KANUNA 13 SUÇ TİPİ YAZILMIŞ: CUMHURBAŞKANLIĞINA HAKARET, SUÇLUYU ÖVME…
Madde 29: Temyize tabi olmayan bazı istinaf mahkemesi kararlarına temyiz yolunun açılması. Namı diğer Cumhuriyet gazetesi meselesi. Konunun aslı şöyle: Herhangi bir suçtan aldığınız ceza beş yılın altında ise ve istinaf mahkemesi bu cezayı onadıysa artık o karar kesin. Yani gidebileceğiniz başka bir üst mahkeme yok. Beş yılın üstünde ceza aldıysanız Yargıtaya’a gidebiliyorsunuz. Cumhuriyet gazetesi davasında da böyle oldu. Bazı sanıklar beş yılın üzerinde ceza alırken bazıları altında ceza aldı. Sonra istinaf mahkemesi bu kararların hepsini onadı. Böyle olunca beş yılın üstünde ceza alanların kararı Yargıtay’a giderken diğerlerinin cezası kesinleşti ve tekrar cezaevine girdiler. İşte gürültü orada koptu. Çünkü kimseyi, evet hiç kimseyi, bu kararların hukuka uygun olduğuna ikna edemediler. Daha az ceza alanlar cezaevinde iken daha çok ceza alanların dışarıda olması kamuoyunda çok tartışıldı, ciddi bir mağduriyet oluştuğu konuşuldu ve bu konu da pakete girmeye hak kazandı (Bu arada Cumhuriyet gazetesi davasında verilen karar Yargıtayca bozuldu).
Peki bu mağduriyeti nasıl giderecekler? Şöyle: Kanuna 13 tane suç tipi yazmışlar. Eğer bu suçlardan yargılanıp da beş yılın altında ceza aldıysanız, o zaman da siz de Yargıtay’a gidip bir kez de orada hakkınızı arayabiliyorsunuz. Peki hangi şanslı suçlar bunlar? Hakaret, halk arasında korku ve panik yaratmak amacıyla tehdit, suç işlemeye tahrik, suçu ve suçluyu övme, halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama, kanunlara uymamaya tahrik, Cumhurbaşkanına hakaret, devletin egemenlik alametlerini aşağılama, Türk Milletini Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Devletin kurum ve organlarını aşağılama, silahlı örgüt, halkı askerlikten soğutma, terör örgütünün metinlerini basma ve terör örgütünün propagandasını yapma.
SUÇ SİYASİ İSE İSTİNAF MAHKEMELERİNİN HUKUK TANIMADIĞININ İTİRAFI
Mesela bir “adi suçlu”, söz gelimi dört yıl almış bir hırsız ya da rızası dışında birini kısırlaştırmış biri (var böyle birileri) olsanız demez misiniz, bu vatan millet düşmanları Yargıtay’a gidebiliyor da ben niye gidemiyorum? Ben olsam derim.
Suç tiplerine bakınca, Cumhurbaşkanına hakaret, halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve terör propagandası hemen göze çarpsa da genel olarak bu suçların beraati mümkün olmayan suçlar olduğunu söyleyebiliriz. Peki neden bu suçları seçtiniz? Neden bu suçlarla ilgili davalara “Bir de Yargıtay baksın” dediniz? Bu ayrımı yaparak bir istinaf mahkemesinin önüne gelen bir hırsızlık dosyasında, bir terör propagandası dosyasına göre daha adil davrandığını, bu yüzden de verdikleri kararlara güvendiğinizi mi söylüyorsunuz? Daha açık bir ifadeyle, suç “siyasi” olduğunda istinaf mahkemelerinin de hukuk mukuk tanımadığını, bazen de bunun size ciddi maraza çıkardığını itiraf etmiş olmuyor musunuz?
Bir gün duruşma beklerken denetimli serbestlik kapsamında fotokopi çeken biriyle tanıştım. Gasptan ceza almış ve infazını bitirmeye çalışıyor. Avukat olduğumu anlayınca “Abi bu paket noldu ya” dedi, ben de “henüz kesin bir şey yok, biz de bekliyoruz” dedim. “Abi bizi manyak ettiler içeride, biz ne güzel temiz temiz yatıyorduk. Şimdi ha çıktı ha çıkacak diye diye psikolojimizi de bozdular” dedi. Hakikaten çok ağır bir mesele bu hükümlüler için, aileleri için. Ama paketten infaza ilişkin bir şey çıkmadı.
SİYASAL İKTİDARLAR DOĞASI GEREĞİ HAKLARA RİAYET ETMEZLER
Değerlendirme niyetine:
Önce şu hususu teslim edelim: Başlıkta paketi tanımlarken kullanılan “itirafname” tabiri abartılı gelebilir. Zira Ceza Muhakemesi Kanunu’nun bizatihi varlığı bir itirafnamedir. Sadece bizde değil, tüm dünyada öyledir. Doğası gereği siyasal iktidar ve onun araçları, haklara riayet etmeyi sevmezler. Özellikle ceza yargılamasıyla ilgili konularda. İnsanlık tarihi de siyasal iktidarın sözüne güvenilmeyeceğini, bu yüzden de bazı işlemlerinin kanunla sınırlanması gerektiğini öğretmiştir. Misal, polisine güveniyor olsa, evinizde arama yapılırken suç delilini önce yerleştirip sonra orada bulmuş gibi yapmayacağından emin olsa, iki komşunuzun polisin başında dikilmesini neden istesin?
E madem doğrusu bu, “Bizimkiler yapınca neden itirafname oluyor?” denilebilir. Ancak başlıktaki itirafnamenin meramı farklı. Maddeleri incelerken anlatmaya çalıştığım gibi yöntemleri, hukuk ahlakı gereği dürüst bir niyetle siyasal iktidarı sınırlandırma faaliyeti değil. Öyle olsaydı anayasal bir hakkın (seyahat özgürlüğü) kullanımına ilişkin bir düzenlemeyi yine anayasaya aykırı bir yolla yapmazlardı. Hakiminde, savcısında, polisinde hiçbir hak bilinci yaratmayan, ömrü kısa siyasal tartışmalara kurban olabilecek sığlıkta ifade özgürlüğü düzenlemeleri yapmazlardı. Dünyanın en büyük adliyelerinde dosya koyacak yer bulamıyoruz diye yargılamasız ceza verme yetkisi yaratmazlardı.
HUKUK, VATANDAŞA KİRACI MUAMELESİ YAPIYOR
İtiraf ettikleri şey şudur: Bu paket, yargıyı istenilen sonuçları üretecek bir mekanizma kılmaya yarayacak bir reformdan ziyade, “ey yargı şimdilik bu işleri şöyle yap” diyen bir talimatnamedir. Siyasal iktidar, insan haklarına dayalı demokratik hukuk devleti olabilmenin araçlarını rehine olarak elinde tutmaya devam etmektedir. Keyfine göre yahut bir sebeple mecbur kaldığında, bu araçların bir kısmını serbest bırakmakta, ama her an için geri alabileceği kozunu yine elinde tutmaktadır. Bir hukuksuzluğu, başka bir hukuksuzlukla çözmeye çalışmanın açıklaması budur. Hukuksuzluğu sıradanlaştırmakta, olağanlaştırmakta hatta bunu bile bir kanunla yapmaktadır. Haklar dairesinde bizi ev sahibi yapmaya niyeti yoktur, kış ortasında çoluk çocukla sokağa atabileceği bir kiracı muamelesi yapmaktadır.
Şahsen çok takıldığım bir konuyu da ekleyeyim: TBB Başkanı “Avukatlar çay parası bulamıyor” diyerek gitmişti Saray’a. İstanbul Adliyesi’nde karton bardakta çay 4 lira ve pakette bununla ilgili bir düzenleme yok!
Kaynak: Gazete Duvar