Ne kelimeler düzgün çıkıyor ağzımızdan, ne aklımızdan geçenler bir düşünceye dönüşüyor ne de gördüğümüzü, duyduğumuzu doğru şekilde yorumlayabilecek durumdayız. Ancak bu durumda olsak da felaket olanı görmemek mümkün değil.
Depremin büyüklüğünü felaket olarak tanımlamak isteyenler tanımlayabilir elbette fakat depremin kendisinden ziyade depremle birlikte ortaya çıkan birçok durum daha fazla hak etmiyor mu bu tanımı?
Henüz kayıpların büyüklüğü idrak edilmemişken belki birçok kişide oluşan ‘iki gün sonra unutulur’ kanaatinden söz etmek artık elbette mümkün değil. 1999 Gölcük ve Düzce depremleri; Erzincan, Elazığ, Varto, Muradiye, Van ve İzmir depremleri gibi 6 Şubat 2023 Maraş Depremi de büyüklüğü ve kayıplarımız itibarıyla unutulmayacak ‘’felaket’’ler arasında artık. Zaten mesele de unutmak, unutmamak değil. Unutulacağını düşünen olursa yakınlarını, sevdiklerini kaybedenlere sorabilirler, tabii cesaretleri varsa. Mesele, bugünlerde herkesin hep bir ağızdan söylediği gibi ders çıkarmak; fay hattı üzerini yapılaşmaya açmamak, denetim yapmak, kaçak yapılara müsaade etmemek… Çıkarılan derste de dersin kitabında yazanda da problem yok belli ki. Depremleri felakete çeviren bu problem nerede peki?
Deprem öncesinde, deprem sırasında ve sonrasında yapılamayan birçok şeyi tekrar gördük ve yaşadık. Hala yaşamaya, görmeye devam ediyoruz. Felaket arıyorsak on ilimizi etkileyen bu iki büyük depremin gösterdiklerinden, deprem öncesi olanlara bakalım biraz. Mesela günlük dilimize yerleşmiş olan 1999 Marmara Depremi sonrası çıkarılan yönetmeliğe uygun ve dolayısıyla binanın depreme görece dayanıklı olduğunu anlatan ‘deprem sonrası ev’ kavramı çökmüştür ve bu bir felakettir. Yine Maraş Depremi sonrası liste liste önümüze düşmeye başlayan 6 aylık, 1 yıllık, 3 yıllık enkaza dönmüş yeni yapılar ise bu felaketi katlamaktadır. Bu ülkenin çocuklarıyız, enkaza dönmüş bu yeni yapıların denetiminin ne şekilde yapıldığına, iskanlarının nasıl verildiğine dair aklımıza bir şeyler geliyor. İşte böylece köküne kadar siyasi olan bu meselede siyaset yapmayın diyenlerin niyetini görmek de mümkün.
‘Felaket’lerin mevzuata da yansımaları oluyor elbette. 1999 Marmara Depremi’nden sonra çıkarılan deprem yönetmelikleri, Yapı Denetimi Hakkında Kanun gibi 2011 Van Depremi’nden sonra da 6306 Sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun 2012 yılında yürürlüğe konuldu. Bu kanunun ilk maddesinde de kanunun amacı “afet riski altındaki alanlar ile bu alanlar dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve arazilerde, fen ve sanat norm ve standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli yaşama çevrelerini teşkil etmek üzere iyileştirme, tasfiye ve yenilemelere dair usul ve esasları belirlemek’’ olarak ifade edilmiş. Buraya kadar bakıldığında Van Depremi’nden ders çıkarıldığı düşünülebiliyor. Ancak kanunun devamı maddelerine, bugüne kadar yapılmış uygulamalarına, kanunda sonradan yapılan değişikliklere, kanun kapsamında belirlenmiş riskli alanların dağılımına bakıldığında dersten kalıyoruz yine.
Afeti, afetle mücadeleyi temel almasını beklediğimiz bir mevzuatın ana aktörlerinden birisi müteahhitler yapılmış. Peki kim bu müteahhitler? … San. Tic. Turizm İnşaat Ltd. Şti’ler. Devlet kurumları, belediyeler neredeler? Onlar da Şti. olma çabası içindeler ve büyük bir kısmı da olmuş durumda.
Şu anki deprem bölgesinden herhangi bir yerin deprem öncesinde riskli alan olduğunu düşünelim. Uygulamayı da pek rastlanabilir bir durum olmasa da bir şirketin değil kamu kurumunun yaptığını düşünelim. Konuşulacak olan rant olacaktı. Bu tür uygulamalar rant ile yoksulların mülksüzleştirilmesi arasında sıkışmış durumda. Bu çözümsüzlük hâline de felaket diyecek mıyız artık?
Afet diyorduk ama konu kendiliğinden ranta geldi. Çünkü ‘siyaset üstü’ bir konu. Siyaset üstü bir konu diyenlerin yaptıklarına bakalım, mesela kentsel dönüşüm uygulamalarında Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından yapılan yardımlarda bile siyaset görebiliriz. Kanun kapsamındaki uygulamalar için çekilen kredilere ilişkin faiz desteği güncellenirken bunun seçeneği durumundaki kira yardımı her ne hikmetse aynı oranda güncellenmiyor, açıkça krediye teşvik yapılıyor. Tabi bu yapılan siyaset olmuyor da hizmet, proje filan oluyor. Bu mesele uzar gider, 6306 Sayılı Kanun veya rantçı uygulamalarını her örnek için ayrı ayrı tartışabiliriz ancak bunlar yalnızca bir sonuçtur. Konunun temelde tıkandığı yerin kamu kurumlarının şirketleşmesi, bu konu özelinde de kamu kurumları tarafından yapılan her uygulamanın konutun piyasalaşmasına yol açması olduğunu düşünüyorum.
Rantın, can aldığına artık şüphe yok. Dolayısıyla her konut hamlesinde aklına bankalar ve faiz gelen; konutu piyasalaştıran, yatırım aracı haline getiren bu siyaset derhal terkedilmelidir. Sosyal konut üretmekle görevli, yükümlü tüm kurumlar yarattıkları tahribata son vererek tüm şehirlerde depreme dayanıklı, yaşanabilir konut stokunu artırmaya dair çalışmaya başlanmalıdır. Aksi halde her bir depremin felaket olması kaçınılmazdır.
Enkazın altından çıkan insanların ve onlara ulaşmak için çabalayan arama-kurtarma ekiplerinin kahramanlığına ihtiyacımız olmayan bir ülkeyi hepimiz hak ediyoruz.
OZAN ÖRSEL