“Cenevre Sözleşmesi’ne göre toplumsal bir hareketle hayatları risk altında olduğu için savaştan kaçanlara “mülteci statüsü” verilmesi mümkün olmamakla; uluslararası düzende büyük bir eksiklik ortaya çıkmaktadır.”
Türkiye’de devletin göçmen politikasının mevcut olmaması, konjonktürsel ve dönemsel gelişmelere göre göçmen ve mültecilere karşı değişik politikaların belirlenmesi hukuk karmaşasına neden olmaktadır. Bu hukuk karmaşasının sebeplerinin anlaşılır hale getirilerek çözümlenebilmesi için Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim görevlisi Yrd. Doç. Dr. Lami Bertan Tokuzlu, hukuki açıdan göçmenlik ve mültecilik kavramlarına ilişkin ulusal ve uluslararası boyutta statü, hak ve yükümlülükleri değerlendirmiştir.
Lami Bertan Tokuzlu konuşmasında; öncelikle “statü” kavramına değinmek gerektiğini; gelen Suriyelilere karşı Türkiye’nin belirlediği politikanın özellikle uluslararası baskı ve yönlendirmeler ile oluştuğunu; 2013 yılı nisan ayında kabul edilen ancak peyderpey yürürlüğe giren Yabancılar Uluslararası Koruma Kanunu’nun eksiklikleri de olmasına rağmen, yabancıların ülkedeki yasal durumu ve uluslararası koruma bakımından yeni düzenlemeler öngördüğü gibi, yeni bir mekanizma olan genel kurul düzeyinde bir uzman teşkilat oluşturarak Türkiye’nin bu alandaki kapasitesine önemli katkıda bulunduğunu belirtti.
“Ayrımsız şiddetin uygulandığı çatışma ortamından gelen Suriyelilerin statüsü, 2. Dünya Savaşı sonrası hazırlanmış̧ olmasıyla mülteci statüsünü dar yorumlayan 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi ile düzenlenmektedir. Bu Sözleşme’ye göre, sınırlı sayıda belirlenmiş̧ olan sebeplerle ve haklı zulüm korkusuyla kaçan ve sınırı geçmiş̧ olan kişinin, kendi devletinden koruma alamadığını ve bireysel risk altında olduğunu ispatlaması halinde bireysel koruma sağlayan bir “mülteci statüsü” alması söz konusu olabiliyor. Bu startlar ve sınırlamalar açısından Suriyelilerin durumuna bakıldığında ise; bölgede ayrımsız şiddet ortamının söz konusu olduğu, bireysel riskin ispatlanmasının mümkün olmadığı bu açıdan da Cenevre Sözleşmesi’ne göre koruma açığı bulunduğu göze çarpmaktadır. Sözleşmeye göre hayatları risk altında olduğu için toplu nüfus hareketiyle ayrımsız şiddet ortamından, savaştan kaçanlara “mülteci statüsü” verilmesinin, dolayısıyla koruma sağlanmasının mümkün olmamasıyla uluslararası düzende büyük bir eksiklik ortaya çıkarmaktadır. Bazı ülkeler, bu eksikliğin giderilmesi amacıyla, konuyla ilgili bölgesel olarak yeniden değerlendirmeler yaparak, çeşitli düzenlemelerle Sözleşme’deki tanımı esnetmişlerdir. Ancak Batılı ülkeler, uluslararası açıdan koruma yükümlülüklerinin artması ihtimalini göz önüne alarak mülteci tanımının esnetilmesi yerine farklı düzenlemeler yapılması tercih etmiştir.
Avrupa Birliği’nde “geçici koruma” ve “ikincil koruma statüsü” kavramları karşımıza çıkmaktadır. Geçici koruma yönergesine göre AB ülkelerinde, siyasi bir karar ile belirli bir bölgeden kaçan grubu risk altında tanımlayarak geçici koruma sağlanması öngörülmüştür. Ancak yönergenin kabul edildiği 2001 yılından beri “geçici koruma” yolu fiili olarak hiç kullanılmamıştır. İnsan haklarına ilişkin düzenlemeler sebebiyle ortaya çıkan “ikincil koruma” statüsünde ise karşımıza ayrımsız şiddettin uygulandığı bölgeden kaçan kişilerin bireysel risk altında bulunduklarının ispatının aranması koşulu çıkmaktadır. Bu koşulun öngörülmesi ile hukuki karmaşa yaratılmış̧ ve bu korumanın da fiili olarak uygulanması neredeyse imkansız hale getirilmiştir. Konuya ilişkin Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın El Gafarji kararında, Divan’ın ayrımsız şiddet ortamından kaçanlar için bireysel riskin ispatının aranmayacağına ilişkin yorumu ile karışıklık giderilmiş̧ olmakla ayrımsız şiddet ortamından kaçanların “ikincil koruma” statüsü alabilmeleri mümkün hale getirilmiştir. Türkiye’de yeni yürürlüğe girmiş̧ olan Yabancılar Ve Uluslar arası Koruma Kanunu’nda da “ikincil koruma” statüsü AB’de öngörülen aynı şart ve düzenlemeler ile kabul edilmiştir.
Evrensel düzlemde, tartışma konusu olan toplu nüfus hareketleri ile karşı karşıya kalan ülkenin sınırdan alma yükümlülüğü olup olmadığı hususunda Cenevre Sözleşmesi’nde esnek ifadelere yer verilmiştir. Birleşmiş̧ Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin Yürütme Komitesi ise tavsiye niteliğindeki bazı kararlarında; risk altında bulunan kişiler sınıra geldiğinde devletin sınırdan içeri almak yükümlülüğünü öngörmüş̧ ancak bu devlete “statü” tanımak yükümlülüğü yüklememiştir. Bu noktada da ortaya çıkan ve halen çözümlenmemiş̧ bir diğer sorun ise; sınırdan içeri alınanların ihtiyaçlarının kim tarafından, nasıl karşılanacağıdır. Ayrıca yük paylaşımına ilişkin uluslararası düzlemde paylaşım mekanizmasının öngörülmemiş̧ olması yoğun nüfus hareketiyle karşılaşan ülkenin mali açıdan durumunu zorlaştırmaktadır. 2005 yılında konunun gündeme gelmesiyle Avrupa Birliği’nin ortaya çıkardığı “sınır boyunda koruma” kavramının tanımına göre ise; toplu nüfus hareketliyle AB ülkelerinin sınırlarına dayanılması halinde, sınır ötesinde bir koruma anlayışının benimsenmesi ihtimal dâhilinde sayılmıştır. Türkiye gündeminde de yer alan Suriye sınırındaki “tampon bölge” – “güvenli bölge” tartışması da bu yönde bir anlayıştan hareket etmektedir. Ancak güvenli bölge kavramı açısından, bölgedekilerin mülteci statüsü alamıyor olmaları, bölgede ne tür bir koruma sağlanacağı, uygulanacak kurallar ve standartların neye göre belirleneceğinin belirsiz olmasıyla korumanın etkinliğinin azalacağı da ortadadır.
Mülteci ve göçmenlik konusunda Türkiye uygulamalarına bakıldığında, 1980 sonrasında bir çok toplu nüfus hareketiyle karşı karşıya kalan ülkenin, konuya ilişkin uygulamada yerleşik bir mekanizmaya sahip olmadığı ancak büyük oranda açık kapı politikası izlemiş̧ olduğu görülmektedir. Türkiye’ye gelen insanların temel ihtiyaçlarının dahi giderilememesi açısından uluslararası kamuoyundan gelen ciddi eleştirilerle karşı karsıya kalması sonrasında 1994 yılında yönetmelikle, mülteci statüsü kavramı detaylandırılmış̧ ve aynı zamanda toplu nüfus hareketlerinin sınırda durdurulmasının esas olduğu, ancak hükümete tanınan takdir yetkisi ile ülke içine alınabilecekleri de belirlenmiş̧, ancak ülke içine alınan kişilere uygulanacak statü ve korumaya ilişkin hiçbir düzenleme yapılmamıştır. AFAD tarafından, bu eksikliğin giderilmesi için kabul edilen genelgenin gizli olması ile; denetiminin ve uygulanmasının mümkün olmadığı hukuk dışı bir durumun yaratıldığı da açıkça ortadadır.”