Kamuoyunda “Dezenformasyon Yasası” ya da “Sansür Yasası” adıyla çokça tartışılan “Basın Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi”nin 29. maddesi, bugün (13.10.2022) itibariyle TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi.
“Halkı Yanıltıcı Bilgiyi Alenen Yayma” kenar başlıklı meşhur 29. Madde, “Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimsenin, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılmasını” öngörmekte.
Anılan teklif maddesinin bu haliyle yasalaşmasının Anayasa’ya nasıl da aykırı olduğunu ya da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi’nin -tüm eksiği ve gediğine rağmen- artık yerleşmiş içtihadına nasıl taban tabana zıt olduğunu tartışmaya dahi gerek yok.
“Halkı Yanıltıcı Bilgiyi Alenen Yayma Suçu”, -bu özgürlük kazanıldı kazanılalı- ifade özgürlüğüne vurulan en büyük darbelerden birisi.
Kişinin üzerine atılı suçlama, paylaşılan bilginin “gerçekliğine” bina edilince, her bir paylaşımın “gerçekliği” ayrı ayrı mı araştırılacak, yoksa Yargıtay’ın yaklaşık elli yıllık içtihadı ile yerleşik hale gelen ve “haberin somut gerçeğe değil, olayın haber verildiği andaki beliriş biçimine uygunluğu” olarak tanımını bulan “görünür gerçeğe uygunluk” kriterinden bahsedebilecek miyiz, tabii ki bu bir merak konusu.
Zira evrensel hukuk ilkeleri ile en azından “dirsek temasını” sürdürmek kararlılığında olan ortalama bir hukuk devletinde, bu maddede yer alan “gerçeğe aykırı bilgi” tanımına, basın ve ifade özgürlüğü üzerine oluşturulmuş bahse konu yerleşik içtihat perspektifinden bakılması gerektiği açık.
Türkiye’nin de böyle bir ülke olduğu inancımızı – tüm iyi niyetimizle – korumayı sürdürüyorsak, “Halkı Yanıltıcı Bilgiyi Alenen Yayma Suçu”nun, söylendiği gibi bir “sansür yasası” olmaktan çok, halkta yargılanma “endişesi ve paniği” oluşturacak bir “otosansür” yasası olduğundan bahsetmemiz mümkün.
Peki öyleyse yasanın amacı ne?
Öyle Tweetler Vardır ki, Bombadan Daha Tesirlidir
Teklifte yer alan “madde gerekçesine” baktığımızda; “fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması aranarak, bir somut tehlike suçu olduğunun” vurgulandığını ve “kanun koyucunun” büyük bir cömertlikle “fiilin halk arasında endişe, korku veya panik yaratma sakiyile gerçekleştirilmesinin de ilave bir unsur olarak aranması” husununu biz fanilere bahşettiğini görüyoruz.
Peki tüm bu teknik / hukuki tabirleri bir kenara bırakıp, “madde gerekçesini” kendimizce yorumlamaya kalksak?
Madde metni size de bir yerden tanıdık geliyor değil mi? Türk Ceza Kanunu’nun “Genel Güvenliğin Tehlikeye Sokulması” başlıklı 170. maddesini hatırlayalım.
170. maddeye göre; “kişilerde korku, kaygı veya panik yaratabilecek tazrda, yangın çıkaran, bina çökmesine neden olan … silahla ateş eden veya patlayıcı madde kullanan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”
Evet yanlış okumadınız. Halkı panikletebilecek bir biçimde yangın çıkaran, bir binanın yıkılmasına neden olan ya da patlayıcı madde kullanan bir kişinin, yine “halkı panikletebilecek şekilde” tweet atan bir kişiden daha az ceza alması mümkün.
Bu durumda kanun teklifinde yer alan “madde gerekçesinde” ya da hukuki terimlerde boğulmaya hiç gerek yok. “Maddenin gerekçesi” çok açık:
Cumhurbaşkanımızın iç dünyasından, daha 2011 yılında gazeteci Ahmet Şık’ın kitabı ile ilgili olarak “öyle kitaplar vardır ki, bombadan daha tesirlidir” sözleriyle dış dünyaya zuhur eden eşsiz fikriyatın, bugünün dijital dünyasına uyum sağlayacak şekilde güncellendiğini ve yasalaştığını anlayabiliyoruz.
29. Maddenin Gölgesinde Kalanlar:
1) Basın Kanunu ve 5651 sayılı Yasanın Kullanışlı Birleşimi
Türk Ceza Kanunu’nda daha önce yer almayan bir suç ihdas edilmesi ve üç yıla kadar hapis cezası gibi özgürlüğü kısıtlayıcı bir ceza öngörmesi nedeniyle “Teklife” dair tüm tartışmalar az önce bahsettiğimiz 29. maddeye yoğunlaşmış durumda.
Öyle ki; geçtiğimiz yazdan önce meclis komisyonlarında görüşülen ve genel kurula gönderilen bu “teklife” karşı Twitter’da tepki gösterilmesi için dahi, teklifin ilk 28 maddesinin kabul edilmesi ve 29. maddenin görüşmesine geçilmeden önce mecliste protestolar gerçekleştirilmesi ve bu nedenle görüşmenin ertesi güne ertelenmek zorunda kalınması gerekti.
Oysa toplamda 40 maddeden oluşan teklifin, 29. madde dışında kalan ve kamuyounda hiç tartışılmayan diğer 39 maddesi de en az 29. madde kadar önemli.
Teklifin getirdiği en önemli değişiklik, “internet haber sitelerinin” tümü ile Basın Kanunu’na tabi hale getirilmesi ve internet haberciliğinin bir tür “süreli yayın” olarak tanımlanması.
Buna göre bir internet haber sitesi kurabilmek için öncelikle bir ticari şirket kurulması, Basın İlan Kurumu’na beyanname verilmesi, sitenin “iletişim” kısmında anılan şirketin ticari ünvanı da dahil olmak üzere her tür bilginin paylaşılması zorunluluğu geliyor.
İnternet yayıncılığının Basın Kanunu kapsamına alınmasının getirdiği bir diğer değişiklik ise, “teslim ve muhafaza” yükümlülüğü. Basın Kanunu’nun basımcıya yani matbaalara yüklediği Cumhuriyet Başsavcılığı’na bildirim yükümlülüğü, bu kez internet haber sitesinde yayınlanan tüm içeriklerin gerektiğinde savcılıklara sunulmak üzere bütünlüğü sağlanmış şekilde iki yıl süre ile muhafaza edilmesini öngörüyor.
Ancak basılı yayınlar açısından matbaalara yüklenen bu sorumluluğun internet haberciliği söz konusu olduğunda “yer sağlayıcılara” değil de internet haberciliği sitelerine yüklenmesi, bu gereklilikleri yerine getirebilecek donanımı sağlamaya yeter ölçüde sermayesi olmayan küçük ölçekli ya da gönüllülük esasıyla hareket eden haber sitelerinin otomatik olarak “oyun dışı” kalmasına neden olacak nitelikte.
Bir diğer mesele ise, “Cevap ve Düzeltme” karmaşası.
Basın Kanunu’nun 14. maddesine eklenmesi öngörülen teklif maddesi ile, daha önce 5651 sayılı “İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi” hakkında kanun ile gündeme gelen ancak internet yayıncılığının doğasına aykırı olduğunun anlaşılması ile yerini bir başka ölçüsüz müdahale örneği olan “içeriğin yayından çıkarılması ve erişimin engellenmesine” bırakan cevap ve düzeltme hakkının tekrar gündeme geldiğini ve bu kez “erişimin engellenmesi” ile harmanlanarak yeni bir boyut kazandığını görüyoruz. Buna göre, bir haber sitesi -örneğin- bir günlüğüne yayınladığı ancak ilgilisinin talebi üzerine yayından kaldırdığı bir haber nedeniyle kendisine gönderilen cevap ve düzeltme metnini, bir hafta boyunca ana sayfasında yayınlamak zorunda kalacak.
Teklifin 9. maddesi ile Basın Kanunu’nun 26. maddesine eklenen hüküm ise, günlük süreli yayınlar yönünden dört ay, diğer basılı eserler yönünden ise altı ay olarak öngörülmüş olan dava süresini; internet haberleri yönünden teoride “suç ihbarının yapıldığı tarihten itibaren dört ay”, fiiliyatta ise sınırsız hale getirmiş durumda.
Aynı örnek üzerinden devam etmek gerekirse, yalnızca bir günlüğüne yayınlanan ve herhangi nedenle geri çekilen bir haberin ekran görüntüsünün alınması ve iki yıl sonra bu habere ilişkin suç ihbarında bulunulması halinde, -daha önce belirttiğimiz iki yıl saklama yükümlülüğü de göz önünde bulundurulduğunda- dava açılması ve ilgilisinin cezalandırılması mümkün olacak.
2) Yeri Yurdu Belli Sosyal Ağ Temsilcileri ve Maliye Denetiminde İfade Özgürlüğü
İnternet Ortamında Yapılan Yayınları düzenleyen 5651 sayılı Kanun’a, 2020 yılında eklenen ve o dönem de çokça tartışılan Ek 4. maddeye yapılan eklemeler ile, sosyal medya platformlarının “temsilciliği” de yeni bir boyut kazanmakta.
Ek 4. madde, “Sosyal Ağ Sağlayıcıların” Türkiye’de bir temsilci bulundurma yükümlülüğünü halihazırda iki yıl önce düzenlemişti. Şimdi bu yükümlülüğe, “Türkiye’de yerleşik olma” şartı getirildi. Bir diğer deyişle, devletimizin “gerektiğinde” arayıp bulabileceği, yeri yurdu belli bir temsilci zorunluluğu var artık. Şayet söz konusu sosyal ağın Türkiye’den günlük erişimi on milyonun üzerinde ise, bu temsilci gerçek kişi olması halinde hukuki, teknik, idari ve mali yönden tam yetkili ve tam sorumlu olacak.
Temsilciliğin tüzel kişi olması halinde ise, “doğrudan sosyal ağ sağlayıcı tarafından sermaye şirketi şeklinde kurulan bir şube olması zorunlu”.
Bu düzenleme ile tanımlanan sorumluluk; bir kullanıcının kimlik bilgilerini de içerecek kişisel verilerinin adli makamlara bildirilmesinden tutun da, idari para cezaları yönünden mali sorumluluğa kadar uzanıyor.
Biraz üzerine düşününce, bunun idari, mali ve hukuki denetime tabi bir “sosyal medya yayıncılığından” öte, anonimlik hakkını tümüyle ortadan kaldıran ve Türkiye’deki kamu idarelerinin “sopasını” her daim ensesinde hissetmesi amaçlanan bir Facebook, Twitter, Instagram vb. Türkiye Şubesi anlamına geldiğini görmek zor değil.
Ne diyorduk? Yerli ve milli internetimiz hayırlı olsun.
3) Telefonla Mı Konuşacaksınız, GSM Operatörleri Neyinize Yetmiyor? *
“Sansür Yasası”nın en heyecanlı kısmı ise teklif metninin sonuna saklanmış.
Teklif’in 36. maddesi ile kanun koyucu, daha önce hiç duymadığımız yepyeni bir tanımla karşımızda: “Şebekeler Üstü Hizmet”
Şebekeler Üstü Hizmet; “internet erişimine sahip abone ve kullanıcılara, işletmecilerden veya sağlanan internet hizmetinden bağımsız olarak kamuya açık bir yazılım vasıtası ile sunulan, sesli yazılı, görsel iletişim kapsamındaki kişiler arası elektronik haberleşme hizmetleri” olarak tanımlanmış.
Bu karmaşık tanım içerisinde kaybolmayalım. Kastedilen, artık GSM operatörlerinden çok daha fazla kullanım alanı bulan Whatsapp, FaceTime, Skype, Zoom, Telegram ve benzeri Voice Over IP iletişim uygulamaları.
Yeni yasa ile birlikte tüm bu uygulamaların varlığı, tıpkı “sosyal ağ sağlayıcılar” gibi Türkiye’de şirket kurmaları ve temsilci bulundurmalarına bağlanmış durumda. Bu gerekliliği yerine getirmeyenlerin tamamen erişime engellenmesi ise, Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’nun (BTK) inisiyatifine bırakılmış durumda.
Daha yalın bir anlatımla, FaceTime ya da Whatsapp gibi yurtdışı merkezli ve “güvenli” olduğu düşünülen iletişim uygulamalarının Elektronik Haberleşme Kanunu kapsamına alınması ile, Türkiye’de hizmet sağlayan Turkcell, Vodafone gibi operatörler ile hukuken aynı noktaya getirilmesi amaçlanıyor.
Bu tür uygulamalar üzerinden gerçekleştirilen iletişime dair tüm kayıtların zaten halihazırda bu uygulamaların sunucularında depolandığını da göz önünde bulundurursak, bugüne kadar “veri iletişimi içeriğini yakalayabilen, değiştirebilen, inceleyebilen, sınırlandırabilen ve kopyalayabilen bir ağ donanımı” olan DPI (Derin Veri Analizi) teknolojisi ile hukuka aykırı şekilde gerçekleştirildiğini bildiğimiz iletişim denetlemelerinin bundan sonra ‘yasal’ şekilde gerçekleşmesi de mümkün olabilecek.
Yalçın Deniz ÖZEN