Pandemi mücadelesi ile geçen olağanüstü bir yıl olan 2020 yılını geride bırakırken, bir yandan dünyada Mars’ta hayat çalışmaları yapılıyordu. Aynı saatlerde biz Türkiye’li kadınlar ise hala cansız kadın bedenlerini ölçmeye çalışıyorduk. Üstelik son dönemde yıllardır kaydını tutmak zorunda kaldığımız kadın cinayetleri raporlarına, artan biçimde “şüpheli ölümler” ekleniyor. Daha doğru bir ifade ile “şüpheli bırakılan kadın ölümlerine” dikkat kesilmek zorunda kalıyoruz çünkü kadına yönelik suçlarda tam bir “cezasızlık” anlamına geliyorlar.
Türkiye’de kadınların konumunu, tüm dünyada olduğu gibi toplumsal cinsiyet eşitsizliği belirliyor. Dünya Ekonomik Forumunun yayınladığı Cinsiyet Eşitsizliği Raporuna göre, Türkiye 153 ülke arasında 130. sırada ve raporun ilk yayınladığı yıl olan 2006’dan bu yana 25 sıra gerilemiş durumdayız (https://www.weforum.org/reports/gender-gap-2020-report-100-years-pay-equality)
Bu matematik hesap gibi görünen ölçeklerin, kadınların somut hayatına yansımasına baktığımızda ise başta yaşam hakkı olmak üzere, temel haklarımızın ihlal düzeyinin arttığını görüyoruz. Eşitsizlik artışının bir sonucu olarak şiddet artıyor, kadınları şiddete daha açık hale getiren ekonomik güçsüzlük artıyor.
Nitekim her gün yaşanan kadın cinayeti haberleri de, son yılların toplumsal cinsiyet eşitliğini ölçen raporları da Türkiye’li kadınların en başta gelen sorununun “şiddet” olduğunu, onu işsizlik, eğitimsizlik, sokakta baskı ve taciz ve diğer hak ihlallerinin izlediğini gösteriyor. Şiddet son yıllarda hep ilk sırada ve yıllar içinde artış gösteriyor. 2020’de erkeklere oranla, daha fazla sayıda kadın bu sorunu listesinin 1. sırasına koymuş olması da anlamlı; kadınların %68’i şiddeti 1. Sıraya koyarken erkeklerin %63’ü 1. sırada şiddeti belirtiyor. (https://gender.khas.edu.tr/sites/gender.khas.edu.tr/files/inline-files/TTCKAA2020.pdf)
Nitekim sorunun ciddiyetini bizim 2020 raporumuz da doğruluyor; 2020 Yılında Erkekler Tarafından 300 Kadın Öldürüldü, 171 Kadın Şüpheli Şekilde Ölü Bulundu (http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/veriler/2947/kadin-cinayetlerini-durduracagiz-platformu-2020-raporu)
Türkiye’de Artan Kadın Cinayetlerinin Temeli; Yeni Havva’lar Eski Âdemler
2010 yılında Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformunun kurulmasından bu yana binlerce kadın erkekler tarafından öldürüldü. Bu cinayetleri analiz ettiğimizde ise en az yarısının “boşanmaya çalışırken” ve ateşli silahlarla öldürüldüğünü, diğer yarısının ise daha çok genç kadınlar olduğunu görüyoruz. Bu veriler ve yaşadığımız somut olay örgüleri, başta modern hakların sembolü olan “boşanma hakkı” olmak üzere, hak arayışının da arttığını gösteriyor. Kadın cinayeti gibi vahim bir olgunun temelinde paradoksal olarak kadınların canları pahasına kendi hayatlarına karar verme mücadelesi de yatıyor. Kadınların direnişi şiddet yoluyla bastırılırsa imtiyazlarını koruyacağını sanan bir erkeklik ve onun korunduğu bir iklimdeyiz. Direnen kadınlar karşısında yıpranan geleneklerin yarattığı bu iklimi Deniz Kandiyoti’nin “eril restorasyon” olarak adlandırıyor(Salgın Döneminde Toplum ve Sosyal Politika- 22 Mayıs Bilim Akademisi Webinarı). Kandiyoti önemli bir tespit yaparak, kadınların özgürleşmesinin buna direnen ataerki kuvvetlerini sarstığını ve günümüzde bu eski cinsiyet rejiminin restore edilmeye çalışıldığını söylüyor. Nitekim İstanbul Sözleşmesi ve kadınları güçlendiren diğer modern haklara saldırının da bunun parçası olduğunu söyleyebiliriz.
Kadın Cinayetlerine Şüpheli Ölümler Mi Ekleniyor?
Son dönemde kadın şüpheli ölümlerini daha sık duyar hale gelmemiz ile “şüpheli ölümler artıyor mu?” , “Bunlar şüpheli ölüm mü? Şüpheli bırakılan ölüm mü?”, “Artış varsa nedeni nedir?” sorularını sorduruyor ve buna bir yorum getirmek zorunda kalıyoruz. Nitekim konu, bu sene 8 Mart’ın da el e alınması gereken somut bir sorununu oluşturuyor.
Oransal olarak baktığımızda, Platform raporlarında şüpheli ölümlerde dalgalı bir seyir görüyoruz; raporla 2020 yılı içinde yaz aylarında anlamlı oranda arttığını, son aylarda ise yaz dönemine göre düştüğünü gösteriyor. Ancak yıl bazında baktığımızda, 2020 yılında, önceki yıllara göre anlamlı oranda artış, son on yılın en yüksek oranını görüyoruz.
Bu durum akla 2005 yılı Ceza Kanunu değişikliğinden sonra, “namus bahanesi ile işlenen cinayetlerde” ceza artışından sonraki dönemde “kadın intiharlarında” artış olduğu dönemi getiriyor. Yeni kanunda “töre saiki” cezada ağırlaştırma sebebi sayılınca, cinayetlere intihar süsü verilmeye başlanmış ya da kadınlar intihara sürüklenmişti. “Mutluluk” filmi, yüzlerce kadının yaşadığı bu somut gerçeği çok iyi anlatır mesela…
Resmi raporlar şüpheli ölümleri açıklamadığı için veri kaynağı olarak elimizde sadece bizim raporlarımız var. Bir de somut haberler; anaakım haber kanallarında bile sunucuların “şüpheli ölüm” demeye başladığı, giderek sayısı artan kadın ölümü haberleri…
Sonuç olarak artık kadın cinayeti olduğu netleşmiş ölümlerde rastlanan sahip çıkma refleksi burada da canlanıyor. Şu anda kadın cinayeti davalarında, halen indirimlere rastlıyor olsak da, en nihayetinde “cinayet” olduğu saptanan, davası açılanlar sahipleniliyor. İl il, adliye adliye dava takipleri yapılıyor, katiller ceza alıyorlar, indirimlere rastlansa da tam bir cezasızlık söz konusu olamıyor. Toplum kadınların arkasında duruyor, kadın katili olmak bir zamanlar olduğu gibi “muteber” olmaktan çıkıp, kınanan, hatta cezaevinde öldürülmeye sebep olan bir rezillik haline geliyor.
Bu durum, sosyolojik olarak her böyle durumda olduğu gibi, şiddet suçlusu erkeklerin, tabiri caizse “yeraltına çekilme”, suçlarını örtme eğilimini artırıyor. Bir de bunun için farklı kaynak ve güçleri olduğunu da düşünüyorlarsa – Aleyna Çakır’a işkence ederek yayın yapma cüreti gösterebilen Ümitcan Uygun’da olduğu gibi- o yer altına daha kolay çekiliyor, gizlenebileceklerini düşünüyor, cesaret kazanıyorlar.
Yine daha önce kadın cinayetlerinde olduğu gibi, suçlular ne kadar ceza alacağını araştırıyor, birbirlerinden de öğreniyorlar. Tıpkı Ayşe Paşalı’nın failinin evinde, cinayet sonrası delil taramada Google ile ceza indirimlerini araştırdığı ortaya çıktığı gibi; erkekler suç işlemeden önce araştırıyor; kadın cinayetlerinde alınan cezaları görüyor, öte yandan “şüpheli ölümlerde” de açılmayan davaları, yakalanmayan şüphelileri yani cezasızlığı gördükçe, bu yola yöneliyorlar. Onlara en büyük kuvveti, etkin soruşturma ve kovuşturma görevini yerine getirmeyenler veriyor. Örtülen cinayetlerin ancak ve ancak kadınların amansız mücadelesi ile açığa çıkarılabilmesi, kamunun bu konuda görevini neredeyse hiç yapmıyor oluşu büyük cesaret kazandırıyor. Elbette kadın hareketi, Şule Çet davasında olduğu gibi, cinayetlerin şüpheli bırakılmasına izin vermeyecek. Tek dava örneği Şule de değil, Platform kurulduğu yıllardan bu yana intihar diye kapatılan başka bir çok dosyanın yeniden açılıp cinayeti kanıtlayıp faillerin yargılanmasını sağladı. Ama bu görev, kadın hareketinin ve ailelerin değildir, devletindir. Şüpheli ölümlerde gerçeği bulma ve adaleti sağlama görevi kamunun; yargının, kolluğun, adli tıbbın, adli makamların ve kadınları korumakla yükümlü olan tüm yetkililerindir.
Koruma Kanununun uygulanmasından, kadın cinayeti davalarında cezasızlığı önlemekten nasıl sorumluysa, kadınlara karşı anayasanın zorunlu kıldığı görevleri yerine getirmekten kamu sorumludur. Ve bugünlerde şüpheli bırakılan ölüm sayısının artması; Nadira’dan Aleyna’ya, yeni haberini aldığımız Betül’den, küçük bedeni hala adalet bekleyen Rabia Naz’a uzanan zincirin kırılması, tüm şüpheli durumların aydınlanması devletin çok temel görevidir. Ayrıca Gülistan Doku’da olduğu gibi, hayatta olmasını umut ettiğimiz ama akıbeti hala aydınlatılmamış kayıp olguları da var.
Kadınların başına gelen bütün bu şiddet biçimlerini, yeni cinayetleri ve şüpheli ölümleri önleyecek olan tek şey ise; kamu gücünün, o gizleneceklerini sanan katillerin ayağının altından çekilmesi, kadınların önüne serilmesidir. Nasıl ki, Ayşe Paşalı cinayetinden sonra, kadınları korumayan mevcut koruma kanunu yerine 6284 yapımı süreci başladıysa, ceza kanunundaki cesaret veren indirimlere karşı Aile Bakanlığı –platformun zoruyla da olsa- dava takip etmek zorunda kaldıysa, bugün de şüpheli ölümlerin aydınlatılması için devlet görevini yapacak.
İstanbul Sözleşmesi başta olmak üzere, çok sayıda uluslararası belgede ve anayasada yer alan “etkin soruşturma ve kovuşturmayı” sağlayacak. Suçun örtülmesine izin vermeyip, gerekli cezayı verecek. Bugün yapılan ise şüpheli ölümleri hiç hesaba katmayıp resmi raporlarda da kadın cinayeti sayısının düştüğünü iddia etmek. Ama bu gerçeği yansıtmıyor; neredeyse kadın cinayetleri oranlarına yaklaşan oranda şüpheli ölümler görüyoruz. Şüphesiz hangi oranda olsun cinayetlerde azalma olması, mücadelemizin yarattığı toplumsal gücün bir sonucu ve en büyük mutluluğumuz. Ama yetmez; bir kadın cinayeti bile fazla, tümüyle durdurmalıyız ve kadın ölümlerinin şüpheli bırakılmasına asla izin vermemeliyiz.
Biz elimizden geleni yapıyoruz ama hiçbir erkeğe, kadınları yükseklerden atma, cansız bedenlerini delil karartmak için betonlara gömme canavarca cesaretini vermeyecek olan, bu suçların tekrarlanmasını önleyecek olan devlettir.
Etkili Kovuşturma ve Soruşturma Ne Demek?
İstanbul Sözleşmesi’ni 4 temel adımda (4P) özetlediğimizde, 3. temel adım olan; “etkin kovuşturma, soruşturma ve cezasız bırakmama” ile neyi kastediyoruz?
Bu konuda İstanbul Sözleşmesi dışında, diğer bazı uluslararası sözleşme ve protokoller de olduğunu görüyoruz. “İşkence ve Diğer Zalimane Gayrı İnsani veya Küçültücü Muamele veya Cezaya Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi”nin 12. Maddesinde ve aynı amaçla oluşturulan işkencenin belgelenmesinde kullanılan İstanbul Protokolunde(1999) etkin soruşturma yükümlülüğü kabul edilmiştir. Bunun dışında “Minnesota Protokolü”nde yaşama hakkına yönelik vuku bulan olayların etkin soruşturulmasına yönelik hükümlere yer verilmiştir. Bu düzenlemeler AİHM kararlarına da yansımız, birtakım kriterler belirtilmiştir:
Resmi bir soruşturmanın yapılması,
Soruşturmanın suça karışanlardan bağımsız bir organ tarafından yürütülmesi,
Soruşturmanın kamuoyunun izlemesine yeterli derecede imkân sağlanması,
Soruşturmanın ihlali gerçekleştirenleri belirleyebilecek nitelikte olması, yani maddi deliller ve sorumluluğu tespit edebilecek nitelikte olması,
Soruşmanın ivedilikle ve özenle gerçekleştirilmesi gerekir.
Bunların içinde BM Minnesota Otopsi Protokolü’nün, kadınlar için de özel bir önemi var. Bu belge, başlangıç itibarıyla işkence ve benzeri insanlık dışı fiiller sonucu ölümler için oluşturulmuş olsa da, yıllar önce; 2006 yılında belgeyi Türkçe’ye kazandıran Adli Tıp uzmanları Derneği’nin de ifade ettiği gibi; protokol tüm benzer veya şüpheli ölümlerde de başvurulması gereken bir eserdir. (https://www.atud.org.tr/portfolio-items/minnesota-protokolu/)
Çünkü Protokol, hukuk dışı, keyfi ve yargısız infaz şüphesi bulunan haller de dahil olmak üzere, şiddet sonucu meydana gelmiş, ani, beklenmeyen veya şüpheli tüm ölüm hallerinin soruşturulmasına ilişkin yol gösterici kurallar içermektedir. Ölümün gerçekleşme nedenlerine ilişkin iyi bir soruşturmanın temel ilkeleri, yetkinlik, en üst düzeyde ihtimam gösterme, çabukluk ve soruşturmanın tarafsız biçimde yürütülmesidir.
Soruşturmanın amacı; “kurbanın şüpheli biçimde ölümüne neden olan olaylara ilişkin gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır. Bu amaç doğrultusunda soruşturmayı yürütenler tarafından asgari olarak yapılması gerekenler şunlardır;
a) Ölenin kimliğini belirlemek;
b) Ölümle ilgili olan ve sorumlu(lar) hakkında yapılacak cezai takibata yardımcı olacak nitelikteki tüm delilleri ortaya çıkarmak ve muhafaza etmek;
c) Olası tanıkların kimliklerini tespit etmek ve ölüm olayı ile ilgili ifadelerini almak;
d) Ölümün nedenini, şeklini, yerini ve zamanını, ölümle sonuçlanan olaylar örüntüsünü ve eylemleri belirlemek;
e) Doğal ölüm, kaza sonucu ölüm, intihar ve cinayet arasında ayırım yapmak;
f) Ölüm olayına karışan kişilerin kimliğini tespit etmek ve yakalamak;
g) Şüphelileri kanunla kurulmuş yetkili mahkeme önüne çıkartmak.
Şüpheli kadın ölümlerinde talep ettiklerimizi, ne kadar açık ve somut anlatıyor değil mi? Bizim karşılaştığımız somut durumlarda ise, berbat bir şaka gibi önce deliller toplanmıyor ve sonra “delil yetersizliğinden” takipsizlik kararları veriliyor, şüpheliler serbest bırakılıyor. Ayrıca olağan olmayan bir ölüm olduğunda bildirme yükümlülüğü olduğu halde, yapılan bildirimler dikkate alınmıyor, dosyalar kapatılabiliyor. Asgari olarak yapılması gerekenler yerine getirilmediği gibi, bunlar yetmediğinde devreye konulabilecek “psikiyetrik otopsi” gibi ileri işlemler, bizler dava takip edip önermediğimiz sürece akla bile gelmiyor…
Tüm bunlara dayanarak, başlangıçta “işkence ve insan hakları ihlali” nedeniyle yaşanan ölümler için üretilmiş olan bu protokollerin -kendi maddelerinde de önerildiği gibi- tüm şüpheli kadın ölümlerinde kullanılabileceğini öneriyorum. Çünkü
1. Kadına yönelik şiddet, Türkiye’nin de imzacısı olduğu birçok temel evrensel belgede “insan hakları ihlali” olarak tanımlanıyor.
2. Türkiye’de kadılar – maalesef ki son dönemde artan oranda- işkence edilerek de öldürülüyor
3. Böyle olmada dahi, CEDAW belgesinin son güncellenmiş halinde “kadına yönelik şiddetin” kendisinin “işkence” olarak kabul edilmesi yer alıyor.
Tüm şüpheli bırakılan kadın ölümlerinde Minnesota Protokolünün uygulanmasını savunmak için daha çok dayanak da bulunabilir. Ama buna gerek bile yok. Devlet bu protokolü ve/veya kovuşturma – soruşturma süreçlerini etkili hale getirecek her tür düzenlemeyi uygulamakla anayasa gereği yükümlüdür. Yine anayasal hakkımız olan İstanbul Sözleşmesindeki “ etkili kovuşturma ve soruşturma” da böyle gerektirdiği gibi, onun ayrıntılı tarif etmediği soruşturma süreci, bugün hali hazırda adli tıp uzmanlarının çocuk ölümleri gibi durumlarda uyguladıkları bu protokol ile kadınları da kapsayacak biçimde genişletilebilir.
Seçme Hakkımız İçin Direniyoruz
Tüm bunları niye anlatıyorum? Etkili soruşturma yapmakla yükümlü olanların görevlerini nasıl yapacaklarını bilmemelerine imkân yok ama eğer bilinmiyorsa bir kez daha duysunlar diye anlatıyorum.
Biz kadınların, haklarımızı son derece bildiğimizi ve tümünü alana kadar asla peşini bırakmayacağımızı anlasınlar, artık kabul etsinler diye anlatıyorum.
Ve aynı zamanda Dünya Kadınlar Günü yaklaşırken, bu sene 8 Mart’ta kadınların esas gündeminin, evrensel olarak kabul görmüş olan ve Türkiye’de kendi topraklarına basan bir feminizm sayesinde yerleşmiş olan “kadın cinayeti” kavramı yerine “cinskırım”, “katliam” vb. terimler geçirmeye çalışmak değil, “şüpheli kadın ölümleri” olduğunu hatırlatmak için….
Ve hepsinden önemlisi; bugünlerde hepimizin yüzünü güldüren, Boğaziçili öğrenci ve akademisyenlerinin açık ve kamusal hak arayışlarını örnek vermek için anlatıyorum. İkiyüzyıl öncesinde kazandığımız “seçme hakkımız” için direniyoruz birlikte. Kadınlar yıllardır hayatlarını seçmek istediği için direnirken bugün üniversite de rektörünü seçmek istediği için direniyor. Akademide uzun zamandır üniversitelerin gidişatına tepki duyanlar vardı ancak bu sadece içe kapalı biçimde, wats app gruplarında, arkadaş sohbetlerinde “şikayet” olarak yaşarken, Boğaziçi ile birlikte dışarıya açıldı. Tüm üniversitelere ve tüm ezilenlere kuvvet verecek biçimde herkesin gördüğü; açık; kamusal bir direniş var oldu. Tıpkı yıllardır kadın hareketinin yaptığı gibi…
Hiç şüphesizi kadın katilleri öğreniyorsa, biz de birbirimizden cesaret alıyor ve öğreniyoruz. Ve henüz aramıza katılmamışlara sesleniyoruz; kendi kendine söylenme ile içe kapalı biçimde direniş olmaz, adalet gelmez. Kadınlar öldürüldükçe canı sıkılan, üzülen, söylenen kim varsa kendi kabuğundan çıkmalı, mücadeleye katılmalıdır. İşte ancak o zaman “kendi içimizde de” sağlıklı bir yüzleşmeye; riyakâr olmamaya ve herkes için adalete kavuşuruz. o “kendini gerçekleştirme” diye anılan süreç de ancak böyle mümkümdür; kamuya açılan kolektif bir mücadele ile…
İyi olan her şeyin düşmanlarına karşı, iyi olan kazansın diye verdiğimiz mücadele, örgütlemek, çalışmak, zaman ve sabır gerektiriyor. Herşeyden önce kendi içimizde söylenmek yerine, dışarı açılmayı gerektiriyor. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü bunun için çok iyi fırsattır. Dünyanın bütün kadınlarının birleştiği bu mücadele gününde, tepkimizi dışarı çıkaralım, herkesin gördüğü bir güçlü bir mücadelede buluşalım.
Evet, pandemi şartları zorluyor ama bu şartlara rağmen daha önce yaptık, Boğaziçi yapıyor, yine yaparız.
Türkiye’nin tüm il ve ilçelerinde, LGBTİQ+’ların ve kadınların şiddetten kurtulmasını, tüm haklarına kavuşmasını isteyenler buluşalım. İçimizde ifade etmek istediğimiz ne varsa yanımızda getirelim ve birlikte kolektif büyük bir özneyi yaratalım.
Şiddetten Kurtulduğumuz Bir Hayata Nasıl Kavuşmanın Yolu; İstanbul Sözleşmesi
Kadın cinayetleri “kader” değildir, çözümü var: İstanbul Sözleşmesi. Sözleşme maddeleri, sadece şiddetten korunmayı değil ondan tümüyle kurtulmanın yolunu tarif eder: İngilizce söylenişleriyle 4 P diye formüle ettiğimiz: Prevention (Şiddeti Önleme), Protection (Mağdurları Koruma), Prosecution (Suçluları Cezalandırma) ve Policy Making (Şiddeti Önlemek için Politika Yapma) çözüm adımlarının uygulanması için Türkiye’de kadınlar amansız bir mücadele yürütüyor. Öyle ki, pandemi koşullarında gündeme gelen imza tartışmasını bile, kadınların bir araya gelmesini önleyen zor koşullara rağmen durdurmayı başardık. Ancak sözleşme halen tam olarak uygulanmadığı gibi, siyasi ittifak tartışmalarında pazarlık konusu haline de getirilebiliyor. Kadınların hayatını bu kadar kolay pazarlık konusu haline getirenlere ve özgürlüğümüzü engelleyen her şeye karşı mücadelemiz de yükseliyor. Dünyanın dört yanında, kadın haklarına ne kadar saldırı varsa aynı oranda yükselen bir mücadele de var, direnen kadınlar da var.
Bu 8 Mart’ta da dünyanın tüm kadınları; LGBTİQ+’ların ve kadınların şiddetten kurtulmasını ve özgürlüğüne kavuşmasını isteyenler buluşacak, tüm dünyaya bir kez daha kadınların gücünü gösterecek.