20 Mart akşamından itibaren başta bir kadın yurttaş olarak, daha sonra da bir hukuk insanı olarak “Daha ne kadar ileri gidilebilir?” sorusunu sorup duruyorum kendime. Aslında yıllardır süregelen saldırılar bir yana, İstanbul Sözleşmesi’nin hedef haline getirildiği günlerden itibaren aynı tedirginlikle yaşıyor ve gerçekleşecek herhangi bir saldırıya karşı tetikte bekliyoruz.
Sade yurttaşın sözüyle “Hukuk mu kaldı? Niye şaşırıyorsunuz ki?” sorusu karşısında da Radbruch’un ifade ettiği gibi “yasalı haksızlık ve yasa üstü hukuk” ikiliğinde hukuk mücadelesine devam ediyoruz. Etmek durumundayız. Zira, Anayasa’nın 2. Maddesinde ifade edilen demokratik hukuk devletinden vazgeçmemiz, her bir yurttaşın maddi ve manevi varlığından vazgeçmemiz anlamına geliyor.
Bir Cumhurbaşkanı kararı nelere kadirdir? Kararın lafzına binaen; bir uluslararası sözleşme tek taraflı bir idari işlemle feshedilebilir mi mesela? Yine aynı karar; hukuk devleti ilkesini Anayasa’nın ve uluslararası sözleşmelerin normlar hiyerarşisindeki yerini yok sayabilir ya da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin fonksiyonunu gasp edebilir mi?
İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeye ilişkin Cumhurbaşkanlığı kararının hem normatif düzenlemeler hem de hukukun temel ilkeleri açısından “yok” hükmünde olduğunu ve hatta yasayla yapılsaydı dahi kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu tedbirler içermesi gerekliliğini söylemekte bir bahis görmüyorum. Ancak bu yazıdaki niyetim, Cumhurbaşkanlığı kararı ve Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin anayasaya uygunluğunu tartışmak değil. Zira Anayasa hukukçuları bu hususu yeterince tartışıyor. Ben daha çok Cumhurbaşkanı’nın “yok” hükmünde bir karara imza atmasını sağlayan iradeyi ve bu iradenin olası toplumsal sonuçlarına değinmek istiyorum.
Bunun için yine İstanbul Sözleşmesi gibi bir süredir hedef tahtasına konulmuş bir sözleşme olan Çocukların Cinsel Suistimal ve Cinsel İstismara karşı Korunmasına İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nden; yani kısa adıyla Lanzarote sözleşmesinden bahsetmek ve kalıcı uzaktan eğitimin sonuçlarını sözleşme ile korunan haklar bağlamında değerlendirmek istiyorum.
Lanzarote Sözleşmesi, Avrupa Konseyi tarafından 25 Ekim 2007 tarihinde imzaya açıldı. Tarafı olduğumuz sözleşme, Anayasa’nın 90. Maddesine göre TBMM tarafından 25.11.2010 tarihli ve 6084 sayılı Kanunla ile kabul edildikten sonra 10 Eylül 2011 tarihinde 28050 Sayılı Resmi Gazete de yayımlanarak yürürlüğe girdi.
Çocukların yüksek yararı ilkesine dayanan Lanzarote, aslında çocukları cinsel istismara karşı koruyan tarafı olduğumuz tek sözleşme değil. 14 Ekim 1990 tarihinde imzaladığımız Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi de çocukların yaşam hakkına, maddi ve manevi varlığını geliştirme hakkına ve kötü muameleden korunması ile koruyucu mekanizmaların işletilmesine ilişkin devletlerin yükümlülüklerini öngörüyor. Bunun yanı sıra yine tarafı olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihatları; tüm yurttaşların olduğu gibi çocukların da haklarının teminatı konumunda.
Peki, Lanzarote Sözleşmesi bahsi geçen diğer sözleşmelerden farklı olarak neyi öngörüyor?
Sözleşmenin imzalanması ve usulüne uygun yürürlüğe girmesiyle Türkiye’nin, yasaların çocuğun yüksek yararını gözeten standartlara göre düzenlemesi, ailelere ilişkin gerekli bilgilendirilmelerin yapılması ve çocukların birey olarak kendilerini gerçekleştirebileceklerine ilişkin toplumsal farkındalığın arttırılmasına yönelik politikalar izlenmesine ilişkin yükümlülükleri ortaya kondu. Sözleşme, özellikle gelişen iletişim teknolojileri de dikkate alınarak çocukların cinsel sömürüsünün ve istismarının hem ulusal hem de uluslararası düzeyde engellenmesi ile bununla mücadele edilmesi için gerekli mekanizmaların işletilmesini ve taraf devletlere istismara ve sömürüye maruz kalan çocuklar açısından haklarının korunması yönünde önemli yükümlülükler öngörüyor. Ve tabi ki, Sözleşme, taraf devletlere istismar vakalarının soruşturulması ve faillerin cezalandırılması için maddi ceza hukuku açısından alınması gereken tedbirleri ortaya koyarken, yargı mekanizmalarının etkin işleyişini de güvence altına alıyor.
Oysaki Lanzarote gibi uluslararası sözleşmelerin sadece imzalanması ve onaylanmasına dahi karşı olanlar, sözleşmelerin taraf devletlerce uygulanıp uygulanmadığını dahi dikkate almıyor. Zira bu sözleşmeler sadece yurttaşların haklarını güvence altına almakla kalmıyor, devletlere sözleşmenin uygulanabileceği bir alan yaratmak için yükümlülükler yüklüyor ve hatta belli politik tavırlar ve hamleler öngörüyor. Çocukları istismardan, kadınları ve LGBTİ+ yurttaşları şiddetten koruyan bir politika izlenmesi de mevcut siyasal iktidarı anladığımız kadarıyla oldukça tedirgin ediyor.
Ve ne yazık ki elimizdeki veriler; her beş çocuktan birinin istimara maruz kaldığını ve çocukların en fazla aile içinde istismara maruz kaldığını gösteriyor. İktidarın anladığı şekilde ‘aile’ kurumunun korunması ve bu korumanın başta ekonomik ve toplumsal yaşamı şekillendirmesi işlevi, toplumun en kırılgan ve korumaya muhtaç kesimi olan çocukları dahi fiziki ve psikolojik istismarın kucağına atabilecek kadar pervasızlaşmış durumda.
İşin kötü yanı, Lanzarote’nin öngördüğü yükümlülükler bir yana Türkiye’deki gündemimizi genellikle zorla çocuk evliliklerini meşrulaştırmak için cinsel istismar faillerine af getirilmesi, doğurganlığın arttırılması için evlilik yaşının erkene çekilmesi gibi çocukların istismarı ve sömürüsünün önünü açmaya çalışan hamleler belirliyor. Tam olarak geçen yıl, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tartışmaları ilk defa başladığında “İSTANBUL SÖZLEŞMESİNİ UYGULA” dememizin sebebi de buydu. İstanbul Sözleşmesini gururla imzalayanlar, bugün siyasi pazarlık haline getirdikleri kadınların yaşamını güvence altına alan sözleşmeyi zaten gereği gibi uygulamadılar. Lanzarote’nin de öngördüğü yükümlülükleri gereği gibi yerine getirmedi Türkiye. Ama bugün sözleşmelerden çekilmeyi öngören irade ve bunu bir idari işlemle yaptıran pervasızlık, artık topluma karşı topyekûn bir savaş açıldığının kanıtı niteliğinde.
Bu sebeple, siyasal iktidar tahayyül ettikleri gibi neoliberal yapıya hizmet edecek İslami/muhafazakâr toplumu inşa ederken ve bu yolda adım adım ilerlerken kalıcı olarak uzaktan eğitime geçilmesine ilişkin bir kararın ne kadar kritik bir öneme sahip olduğunu unutmamalıyız.
23.03.2021 tarihi itibariyle Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, uzaktan eğitimin kalıcı olabileceğine dair bir açıklama yaptı. Bu açıklamayı milyonlarca çocuğun eğitim hakkının elinden alınmasıyla birlikte okumak gerektiği gibi özellikle kız çocuklarının ve LGBTİ+ çocuklar ve gençlerin her türlü istismarının ve sömürüsünün önünü açtığını da vurgulayarak okumak gerektiği kanaatindeyim.
Bugün Türkiye’de çocuklar; kayıt dışı istihdam, mevsimlik tarım işçiliği, ücretsiz ev işçiliği gibi çalışma biçimlerinin temel öznesi konumunda. Özellikle kırsal kesimlerde yaşayan çocuklar; çocuk işçiliğinin, toplumsal cinsiyet kodlarının getirdiği çocuk evliliği ve dolayısıyla bedensel ve ruhsal istismarın kıskacında zaten hali hazırda eğitim hakkından mahrum bırakılıyor.
Türkiye’de özellikle kız çocuklarının çok önemli bir kısmının eğitim hakkından tamamen mahrum bırakıldığı ya da eğitime sürekli erişiminin engellendiğini de çok iyi biliyoruz.
Uzaktan eğitim, getirdiği fiziksel ve ruhsal sorunların dışında pedagojik olarak da çocukların gelişimleri üzerinde bu kadar tahribat yaratırken; kız çocuklarının evdeki diğer kadınlarla birlikte ücretsiz ev içi bakım emeğinin öznesi olacağını ve bu yönüyle çocuk sömürüsünün ne denli artacağını görmek gerekiyor.
Peki ya uzaktan eğitimin kalıcılığı ile okulla olan bağlantısı kalıcı olarak kesilecek çocuklar?
Lanzarote Sözleşmesi, çocukları istismara ve sömürüye karşı korumayı ve çocuklara istismarsız ve sömürüsüz bir toplum içinde yaşayabilmeleri için devletin yükümlülüklerini öngörüyor. Uzaktan eğitim ise ev içinde gizli kalmış çocuk istismarı ve sömürüsünü şiddetini arttırırken, görünürlüğünü neredeyse yok ediyor. İstismara maruz kalan çocuk, okuldaki öğretmeninden, rehberinden uzak kalırken aynı zamanda zorla evlendirmelerin kucağına itiliyor. Uzaktan eğitimin kalıcı olmasından sonra yaşanacak olan ise çocukların kitlesel olarak eğitimden uzaklaşması ve evin içerisinde yaşanan şiddetin ve sömürünün kat ve kat artması.
Bugün İstanbul Sözleşmesi’nden Cumhurbaşkanı kararıyla çekilen bir iradenin karşısında hukuk mücadelesi verilmez ise yarın Lanzarote’nin de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin de aynı sonu paylaştığını, çocukların uzaktan eğitimin kalıcılığı ile eğitimden koparılabileceğini görebiliriz. Ancak her şeyden önce bu gibi toplumun taleplerinden ve ihtiyaçlarından uzak, tek taraflı kararların bir arada düşünülerek yaşanan hukuk katliamının aslında bütüncül bir politikaya hizmet ettiğini fark etmemiz ve yürütme erkinin keyfi ve hukuka aykırı kararlarına karşı halen daha hukuk devleti ve demokrasi adına mücadele etmemiz gerektiğini vurgulamamız gerekiyor. Zira yasanın da, erkin de üstünde hukuk vardır.