24 Mart 1978 günü Savcı Doğan Öz, Ankara’nın göbeğinde evinin hemen birkaç metre uzağında vurularak katledildi. Failler o gün olduğu kadar bugün de çok tanıdık bir yapıya hizmet ediyordu. Kontrgerilla…
Gazeteci Berivan Tapan, Savcı Doğan Öz’ün katline giden süreçten yargılamanın yapılmasına, Türkiye’de siyasi cinayetlerin ve kitlesel katliamların yaşandığı yıllarda Savcı Doğan Öz’ün verdiği hukuk savaşından günümüze kadar olan süreci kitabında anlatıyor. Binlerce sayfalık dava dosyasından ve döneme tanıklık eden kişilerin ağzından kontrgerilla ile savaşı resmediyor.
Savcı Doğan Öz’ün hukuk serüveni ve katledilmesi, başta biz hukukçular olmak üzere tüm yurttaşlar için çok önemli bir yere sahip. Zira, Savcı Doğan Öz, demokrasiye ve hukuk devletine açılmış topyekûn bir savaşa karşı, bir hukuk insanı olarak verdiği mücadelesinde işaret ettiği yapı tarafından katlediliyor.
Kısa bir giriş yaptıktan sonra, sözü Gazeteci Berivan Tapan’a bırakıyoruz.
Tarihimizde önemli bir yere sahip olsa da Doğan Öz katliamı daha önce çok fazla yazınsal hale getirilmedi. Gazetecilik faaliyeti içerisinde Savcı Doğan Öz’e yönelik bir çalışma yapma fikri nereden geldi?
Cumhuriyet Gazetesi’nde çalıştığım dönem, “12 Eylül’e Doğru Beş Cinayet” adlı bir yazı dizisi hazırlamıştık. Bu beş cinayetten bir tanesi de Doğan Öz cinayetiydi. Doğan Öz’le ilgili o dönem dava dosyalarını inceledik, bir yazı dizisinde ne kadar yer verilmesi gerekiyorsa o kadar yer verdik. Ancak ben bir şekilde tatmin olamadım. Sanki daha derinlerde bir şeyler daha vardı. Daha fazla yazılması gerektiğini düşündüm. Klasik bir şekilde “24 Mart 1978’de katledildi. Dava süreci şu şekildeydi” gibi bir paragrafın ötesinde anlamı vardı benim için. Bu yüzden daha fazla araştırmaya başladım. Aile ile zaten yazı dizisini hazırlarken bir tanışıklık olmuştu.
Savcı Doğan Öz’ü nasıl tanımlarsınız? Doğan Öz kimdir?
Ben de öncesinde birçok insan gibi adalet savaşçısı olan, hukukçu kimliğiyle yakın temas kurmuştum. Dava dosyalarını inceledim. Ancak ailesiyle, çevresiyle, gazeteci veya hukukçu dostlarıyla bir araya geldiğimizde bambaşka bir Doğan Öz’ün olduğu ortaya çıktı. Aynı zamanda hem çok iyi bir baba, çok iyi bir eş, çok sevilen bir arkadaş, çok değer verilen ve saygı duyulan bir insan olduğunu da anladım. Edebiyata, tiyatroya sevdalı bir insan aynı zamanda. Çok sayıda şiir de yazıyor. Böyle insani yönünü keşfetmek de benim bu kitabı yazma motivasyonumu sağlayan şeylerden bir tanesiydi.
Savcı Doğan Öz katledilmeden çok kısa süre öncesinde dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e bir kontrgerilla raporu hazırlıyor ve sunuyor. Bu raporun içeriği hakkında ne söylemek istersiniz? Sizce Ecevit bu rapora neden sessiz kaldı?
O dönemde Bülent Ecevit’e çok sayıda ihbar da gidiyor aslında. Kontrgerilla diye bir adlandırmayla değil ama böyle bir yapılanma var, komando kampları var, şu silah şurada bulundu gibi çok sayıda bilgi veriliyor kendisine. Zaten bunların üzerine Bülent Ecevit kontrgerilla kelimesini sürekli zikretmek durumunda kalıyor.
Yalnız Doğan Öz’ün şöyle bir farkı var; birçok sayıda dava dosyasını inceliyor, onların içerisinde bir bağlantı görüyor. Daha önce devrimci bir çocuğu öldüren, delil odasında olması gereken bir silahın delil odasından bir şekilde çıkarılıp iki ay sonra başka bir cinayette kullanıldığını keşfediyor. İsimler arasında siyasi bir bağlantının olduğunu fark ediyor. Bunları Bülent Ecevit’e, kontrgerilladan da söz ettiği için, ulaştırırsa çözüm için çok önemli bir adım atılacağına emin neredeyse. O sebeple bütün araştırdığı sayfalarca notları bir özet haline getiriyor ve bir rapor yazıyor. Raporun tümüne de kitapta yer verdim.
Raporda özetle bu yapının, çatı örgütlenmenin ve cinayetlerin nasıl ve kimler tarafından işlendiğini nakış işler gibi çok net bir şekilde önümüze koyuyor. Daha sonra bu raporu Bülent Ecevit’e ulaştırıyor. Bundan çok kısa bir süre sonra, yaklaşık iki ay gibi bir süre sonra öldürülüyor. Aynı şey Adana İl Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’un da başına geliyor. O da bir kontrgerilla raporu hazırlıyor. Cumhuriyet’teki yazı dizisindeki cinayetlerden bir tanesi de Cevat Yurdakul’du zaten. Bu olaylar, “12 Eylül’e nasıl geldik” sorusunun da yanıtı aslında.
Şu da çok önemli; Doğan Öz, rapor Ecevit’e ulaştıktan sonra çok büyük bir gelişme yaşanacağını düşünse de öyle olmuyor. Eşinin, Sezen Öz’ün de Doğan Öz’ün Ecevit’e bir rapor ulaştırdığından haberi yok aslında. Doğan Öz öldürüldükten sonra adliyedeki odasından, çekmecelerindeki bütün eşyaları, odasındaki bütün dergileri bütün notları bir koli içerisinde eve ulaştırılıyor. Bir süre sonra kolilere bakan Sezen Öz raporu bu şekilde buluyor. Raporu ulaştıramadığını düşünüyor Ecevit’e. Bu sebeple Bülent Ecevit’e tekrar gidiyor Sezen Öz. Yüz yüze bir görüşme gerçekleştiriyor. Sezen hanım Ecevit’e raporu sunuyor ve eşinin bu sebeple öldürüldüğünü, raporu hazırladığını ve dava hazırlığında olduğunu, o dönemin bütün bu yapı içerisindeki insanları anlatıyor. Yalnız Ecevit yine suskun kalıyor, görüşme sırasında sadece not alıyor. Sessiz kalıyor ve hiçbir tepki vermeden görüşmeyi tamamlıyor. Görüşemeden çıktıktan sonra Sezen Hanım büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor.
Aslında Kontrgerilla denen yapının Savcı Doğan Öz sayesinde bir nitelendirmeden ve isimden çok organize bir suç örgütü niteliği kazandığını görüyoruz.
Kitap, Gazeteci Altan Öymen’in “Türkiye’de Düşman Yaratmak” başlıklı önsözüyle başlıyor. Altan Öymen 60’lardan itibaren bir siyasal durum değerlendirmesi yapıyor ve okura adeta bir özet geçiyor. Siz de kitabın devamında, Savcı Doğan Öz’ün hayatından kesitlerle döneme ışık tutuyorsunuz. Savcı Doğan Öz’ün katline giden süreçteki siyasal hayat bize ne anlatıyor?
Herkesin bildiği gibi 68 olayları var. Dünyada çok büyük yankı uyandıran, üniversite öğrencilerinin başlattığı protestolarla devam eden bir süreç var. Bu süreç aslında Vietnam savaşıyla tetiklenen bir süreç. Aynı şekilde konjonktürel olarak bize de yansıyor tabi ki Türkiye’de ki üniversitelere de yansıyor. Bizdeki 68 kuşağı dediğimiz o kesim ortaya çıkıyor ve gelişiyor. Fraksiyonlara ayrılsa bile hepsinde ortak bir tavır var. Faşizme karşı dik durmak, emperyalizme karşı çıkmak ve mücadele etmek anlamında ortak bir tavır var. Bu süreç içerisinde de çok fazla cinayetler işleniyor. Sokak başında insanlar öldürülüyor, katliamlar yaşanıyor. Örneğin, Alevilere yönelik katliamlar yaşanıyor. Bu şekilde “Komünizm” denilen bir düşman yaratılıyor. Altan Öymen çok güzel bir şekilde özetledi bu süreci.
İşte bu düşmanı neden yaratırsınız? Köle- efendi ilişkisi gibi. Bazı siyasiler varlıklarını idame ettirmek için düşmana muhtaçtır. Bu sebeple böyle bir düşman yaratılıyor ve bu düşman Komünizm onlar açısından. Ancak çok da sağlıklı sonuç elde edemediklerini bugün görüyoruz tabi ki. Çünkü bu ülkede kısa süre içerisinde Gezi diye bir şey yaşandı.
Doğan Öz, savcılık faaliyetiyle hazırladığı raporda faili meçhul siyasi cinayetler, kitlesel katliamların sorumlusunu işaret ederken, demokrasiye ve hukuk devletine karşı açılmış bir savaştan “seçimle olmaz ise darbeyle hükümet olma gayesiyle” faşizmi yürürlüğe koymaktan bahsediyordu. Rapordan sadece birkaç yıl sonra ise 12 Eylül darbesi yaşandı. 12 Eylül kontrgerillanın sonu değildi.
Biraz yargılama sürecinden bahsedelim. Savcı Doğan Öz’ü öldüren tetikçi İbrahim Çiftçi’nin yargılandığı davada neler oldu?
Bir hukuk skandalı diyebiliriz. Sizler hukukçular olarak bu hukuk jargonuna hâkim olduğunuzdan daha iyi anlıyorsunuzdur eminim. Ancak normal bir insan dahi okuduğunda bu davanın tamamen bir hukuk skandalı olduğunun hatta dünyada bir örneği olmadığının farkına varacaktır.
Davada dört kere idam kararı veriliyor ve bozuluyor. Bu süreç içerisinde üçüncü bozmanın hemen ertesinde 12 Eylül yaşanıyor. 12 Eylül sonrasında dava, Askeri Yargıtay, Askeri Başsavcılık, Askeri Yargıtay Daireler Kurulu ve Sıkıyönetim Mahkemeleri arasında adeta mekik dokuyor. Akla mantığa sığayacak gerekçelerle idam kararları bozuluyor. Üçüncü kararda da “taammüden adam öldürme suçunun sübuta erdiğine ancak yapacak bir şey yok beraat ettirmek zorundayız” şeklinde bir karar veriliyor. Mahkeme heyeti kararı “elimizden bir şey gelmiyor beraat ettirmek zorundayız ama suçlu olduğundan eminiz” şeklinde gerekçelendiriliyor. Dava bu yönüyle hukuk öğrencilerine ders niteliğinde okutulması gereken bir nitelikte. Bizler ön okumalarımız olduğu için çok şaşırmıyoruz. Çünkü İbrahim Çiftçi Doğan Öz’ün raporunda bahsettiği güç tarafından korunan bir kişi.
Bu aşamada mahkemenin verdiği kararı okumakta fayda olabilir.
“Elimizdeki bilgiler, belgeler ve tanık ifadeleri cinayeti İbrahim Çiftçi’nin işlediğini gösterirken ve vicdani kanaatimiz de bu yönde oluşmuştur. Ancak (…) Askeri Yargıtay Daireler Kurulu kararları da mahkememizi bağlayıcı nitelikte bulunduğundan, bu nedenle Askeri Yargıtay Daireler Kurulu’nun sanık İbrahim Çiftçi hakkındaki sekizde yedilik oy çokluğuna dayanan bozma ilamına uyularak sırf bu hukuki zorunluluk nedeniyle sanık İbrahim Çiftçi’nin beraatına karar verilmiştir.”
Savcı Doğan Öz, savcılık yaptığı yıllarda, Deniz’lerin idam cezasına çarptırılması ardına idam cezasına karşı durmuş bu sebeple kınama cezası almış, DGM’lerin kuruluşuna karşı çıkmış ve hukukçu kimliği ile mücadele etmiş birisi. İbrahim Çiftçi’nin idam kararları üzerine Doğan Öz’ün ailesinin tutumu ne şekildeydi?
Mahkemeler dört kere idam kararı verirken Doğan Öz’ün ailesi bu kararları sevinçle karşılamıyor, tam aksine İbrahim Çiftçi’nin idam edilmesini istemiyorlar. Çünkü Sezen Hanım da hâkim kimliğine sahip. Doğan Öz de idamlara karşı kampanyalara destek veren bir insan. Hatta bu yüzden soruşturmaya uğramış birisi. İbrahim Çiftçi’nin ceza çekmesini isteseler de bunun karşılığının kısasa kısas olmaması gerektiğine inanıyorlar. Bu yüzden adalet yerini bulsun isteseler de öfke veya intikam üzerinden yaklaşmıyorlar.
Dava dosyasındaki en önemli delillerden birisi tanık beyanlarıydı. Görgü şahitlerinden birisi apartman görevlisi Hayati Erdoğan bir diğeri ise ODTÜ’de öğretim görevlisi olan Doçent Ziya Aktaş’tı. Bu yönden tanıkların ifadesi ne şekildeydi? Askeri Yargıtay 1. Daire’sinin bozma kararında tanıkların sınıfsal yapıları nasıl bozma gerekçesi oldu?
Sizler de çok iyi biliyorsunuz ki hukuk önünde herkes eşittir ve herkesin buna göre beyanı esas alınmalıdır. Yalnız Mahkeme ilginç bir tutum izliyor. Hayati Erdoğan apartman görevlisi, bizim eski dilde kullandığımız gibi Mahkeme de “kapıcı” kelimesini kullanıyor. Ziya Aktaş da öğretim üyesi o dönem. “Hangisinin tanıklığı daha sağlıklı olmalı?” kararını Mahkemeler değil hiçbir merci veremez. İnsanların titrleri ve statüleri üzerinden bunu yapamayız.
Hayati Erdoğan çok önemli hatta tek tanığı davanın. Diğer tanıklar çelişkili ifadeler veriyorlar. Belki de onları da anlamak gerekiyor. Büyük bir korku ortamı var ve tehdit edilerek ailelerinin başına bir şey gelmesinden de korkuyorlar. Ancak Hayati Erdoğan çok cesur davranıyor. Davanın başından itibaren katili gördüğünü beyan ediyor ve tehditler alınmasına rağmen ifadesini de geri almıyor. Çok iddialı bir sözü var hatta; “İkizi olsa ancak yanılabilirim” diyor. Mahkeme de sadece “yanılabilirim” kısmını dikkate alarak bir sonuç çıkarmaya çalışıyor. Hayati Erdoğan Mahkemeyi oldukça zorluyor bu açıdan. Onun sayesinde İbrahim Çiftçi bulunabiliyor. O sürece gelene kadar da ilden ile götürülüyor, şüphelilerle yüzleştiriliyor. Yüzün üzerinde insan gösterilse de kendisini kurtarabileceği çok fazla alan olsa da hiçbirisinde geri adım atmıyor. İbrahim Çiftçi’yi gördüğü an da “işte bu” diyor.
Fail İbrahim Çiftçi kimdir? İbrahim Çiftçi’nin kimliği bize kontrgerilla yapılanması hakkında ne söylüyor?
Bu yapılar tetikçileri özellikle fakir ailelerden, maddi imkânı olmayan kişiler arasından seçiyor. Özel olarak yetiştiriliyorlar ve silah kullanma gibi konularda özel eğitimden geçiriliyorlar. İbrahim Çiftçi de bunlardan bir tanesi. Kendisinin çok iyi bir nişancı olduğu cinayetle de ortaya çıkıyor. Mahkeme de hatta bu hususa değiniyor. Normal bir silah sıkma olayının ötesinde çok iyi bir nişancı olduğu belirtiliyor. İbrahim Çiftçi “ben köyde de iyi silah atardım” gibi bir savunma yapsa da bunun doğru olmadığını biliyoruz.
Bugün İbrahim Çiftçi MHP’nin önemli isimlerinden bir tanesi. Bahçeli’ye karşı aday oldu, partinin MYK’sına kadar ulaştı, ihaleler aldı, akaryakıt şirketleri var. Şu anda maddi durumu çok güçlü. Zaten dava sürecinde başlıyor bu maddi yükselişler. Annesi Mahkemeye Mustafa Mit’in aracıyla gelmeye başlıyor. Üstü başı, kıyafetleri değişmeye başlıyor ve cezaevinden çıktıktan sonra da İLKSAN’a müdür oluyor ve bugünkü haline geliyor.
Doğan Öz katledildikten iki buçuk yıl sonra 12 Eylül Darbesi gerçekleşiyor. 12 Eylül darbesi dava sürecini nasıl etkiledi?
Darbeden sonra İbrahim Çiftçi’nin korunması daha da ellerini güçlendirdi. Beş yıl sonrasında serbest bırakıldı, beraat ettirildi. Doğan Öz’ün işaret ettiği şeye dikkat edilseydi belki de 12 Eylül yaşanmayacaktı. Çünkü Doğan Öz bu uyarıyı açıkça yapıyor. Doğan Öz ne kadar endişe etse de öldürüleceğine inanmıyor bence. Çünkü bugünden baktığımızla o dönemle çok önemli bir fark var. Bugün artık gazeteciler öldürülüyor Hrant Dink gibi. Siyasilere yönelik tehditler oluyor. Ancak o dönem bir Savcının öldürülmesi büyük bir yankı yaratıyor. Binlerce kişinin katıldığı bir cenaze töreni düzenleniyor. Tam da raporunda işaret ettiği darbe sürecini yaşıyoruz ne yazık ki.
Yakın zamanda Türkiye’de bize Doğan Öz’ü hatırlatacak çok fazla olay yaşandı. Susurluk’tan, Hrant Dink’in katledilmesine, çok yakın zamanda Alaattin Çakıcı’nın Kemal Kılıçdaroğlu’nu tehdidinden, Gelecek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Selçuk Özdağ’ın silahlı saldırıya uğramasına ve soruşturmayı yapan Savcı’nın açıkça tehdit edilmesine kadar yaşananları, Doğan Öz’ün işaret ettiği hukuk devletini ve demokrasiye karşı açılan savaş açısından nasıl değerlendirirsiniz?
Giderek her şeyin daha da çok pervasızlaştığını görmek mümkün. 70’lerin kabadayıları bile o dönemin savcılarına yönelik bu kadar rahat bir tutum izleyemezdi. Bu şekilde açıktan bir siyasi parti lideri tehdit edilemezdi. Bugün bambaşka bir süreçteyiz. Çünkü Çakıcı biliyor ki Bahçeli ve MHP arkasında ki öyle olduğunu da gördük. Selçuk Özdağ’a yapılan saldırının videosuna kadar her şey ifşa edilmiş durumda. Bir an önce önlem alınıp dur denmesi gerekirken, daha soruşturma aşamasındayken, düşünün, ortada bir dava süreci dahi yokken soruşturma Savcısı Alparslan Tufan’ı da tehdit etme boyutuna kadar gelebiliyorlar. Milliyetçi bir yapıyı temsil ettiklerini söylüyorlar ama kendi devletlerinin savcısını tehdit edebiliyor ve hatta öldürebiliyorlar. Bu çelişkiyi de anlamak mümkün değil.
Örneğin İsveç’te yaşansaydı bu olay trajikomik gelebilirdi. Böyle bir cinayet işlenmese Doğan Öz gibiler öldürülmese, Cevat Yurdakul’un başına bu olaylar gelmemiş olsa başka bir yerden bakabilirdik. Türkiye’de artık bu olaylara trajikomik bir yerden değil trajik bir yerden bakabiliyoruz. Çünkü insanların üzerinde de toplumda da büyük travmalar yaratan siyasi cinayetler yüzünden biz bu psikolojinin içerisine giriyor ve korku duyuyoruz. Yeniden savcılar mı öldürülecek veya siyasilere yönelik suikastlar mı olacak endişesi taşıyoruz.