Dr. Mehmet Cemil Ozansü
Anayasal krizlerin derinleştiği zamanlarda, iktidar ve muhalefet bloklarının üzerinde çekiştikleri kadar üzerinde ittifak ettikleri konular da anayasal krizin mahiyetine dair bilgi sunar. Hatta açık veya örtük biçimde üzerinde ittifak sağlanmış olanların, “pazarlığı” devam eden konulara nispetle müstakbel hukuk formları bakımından daha belirleyici olduklarını dahi söyleyebiliriz. Böyle bir “milli mutabakat” temsilini bu yaz başında yaşadık: Yassıada’nın “Demokrasi ve Özgürlükler Adası” olarak yeniden adlandırılmasıyla başlayan siyasi kampanya, TBMM Başkanı Şentop’un hukuk mühendisliğini üstlendiği bir kanun teklifinin Mecliste 23 Haziran’da görüşülerek kanunlaşmasıyla taçlandı. Hatta parlamenter müdahalesiyle CHP, kanunun “oybirliğiyle” kabul edildiği ifadesini -işarî oylamada mümkün olamayacak bir usul olmasına rağmen- bu şekliyle tutanaklara geçirtmeyi de başardı. CHP’nin bu ittifakta yer almaya dönük yüksek heyecanını gölgeleyen tek şey, İstanbul İl Başkanı Kafatancıoğlu’nun istinaf merciinde onanan cezasının neden tekrarlanan 23 Haziran seçimlerinin birinci yıldönümüne denk gelmiş olabileceği sorusunu Meclis kürsüsünden ortaya atması oldu. Yoksa ülkede bir politik adliye sorunu mu vardı?
Oysa Özal dönemlerinde çıkarılan ve Yassıada’da yargılananların rehabilitasyonunu öngören iki kanunun görüşmelerinde, CHP’ye selef sayabileceğimiz SHP “yargı erkinin alanına yasama organınca müdahale edilemeyeceği” yönündeki bir itirazla anılan rehabilitasyon yasalarına bile muhalefet edebiliyordu. Şu hâlde bugünkü kanun teklifinin içeriği CHP tarafından daha makbul addedilmiş olmalıydı. Zira Özal dönemi yasalarından çok farklı olarak bu kez doğrudan Yüksek Adalet Divanı’nın anayasal-kanunî dayanağını ortadan kaldırmayı hedefleyen bir teklifle karşı karşıyalardı. Meclis bu kez yasamanın zamansal paradigmalarını tersyüz edip altmış yıl evvele dönerek kanuniliği ortadan kaldırmayı ve aslî kurucu bir iktidarın tasarruflarını gayri muhik hale getirmeyi hedefliyordu. Öyle ya, formül basit: Kanun yoksa hâkim de yoktur! Hukuk jargonunun taşıdığı teknik iletişim imkanını güncel politik gereklilikler karşısında ısrarla yok sayan iktidar ve muhalefet bloklarının “hukukçuluklarını” şimdilik bir kenara bırakalım ve asıl meselenin hukuk tarihi ve hukuk teorisindeki muhtemel karşılıklarını bulmaya çalışalım.
Tarihi bir olayı anlamlandırırken, bunun içinde gerçekleştiği dünya durumunu kavrayarak analize başlamak bilimsel düşüncenin bir gereğidir. Her savaşın neticesinde olduğu gibi İkinci Dünya Savaşı da bir barışı ve buna bağlı yeni bir hukuk düzenini tarif eder. Ancak dünya savaşlarına “evrensellik” atfetmemizin sebebi sadece muharebe sahalarının bütün kıtalara taşmış olması değildir, bunun ötesinde artık dünya çapında geçerli yeni bir hukuk düzeni inşa etme niyetleridir. Sırf bir niyet olarak akim kalan Birinci Savaşının neticesinden farklı olarak İkincisi, Amerikan-Sovyet uyum ve istikrarına bağlı biçimde 21. Yüzyıla kadar sarkabilen bir evrensel hukuk düzeni ve ideolojisini inşa edebilmiştir. Son büyük savaşın mağlup öznesi olan Almanya’nın kendi yakın siyasi tecrübesini nesneleştirilen bu yeni hukuk ideolojisi, “Batı Avrupa demokrasisinin” inşasında belirleyici bir düşünüş modeli oluşturulmuş ve buna yeni bir hukuksal düşünce anahtarıymışçasına “Weimar Tecrübesi” adı verilmiştir. Bu hukuk düşüncesinin içeriğinin oluşturulmasına her ne kadar doğrudan Weimar döneminde başlanılmış olsa da, bir model olarak tecessümü ancak Savaş sonrasında gerçekleşebilmiştir. Buna göre parlamenter çoğunluklar sırf bu özelliklerine dayanılarak hukukun ne olduğunu belirlemede nihaî anlamda söz söyleyen merciiler olamayacaklardır. Parlamenter çoğunlukların esasen burjuva devrimlerinden kalan, hukukun içeriğini nihaî anlamda belirlemeye dönük bu tekellerinin zayıflatılması, yani bir tekel olmaktan çıkarılması “Weimar tecrübesinin” temel esprisini oluşturur. İzin verilen siyasi alanın tanımlanması ve kontrol edilmesi problematiği bunun yanında ikincil derecede önemlidir. Muhtemel bir anayasal krizi yürütmeye matuf temel amacın gerçekleştirilmesinde tabiî ki adlî bürokrasinin içinden çıkan bir vesayet mekanizmasının tercih edilmesi akla daha yatkın olurdu. Kıta Avrupasında anayasa mahkemeleri ve benzeri anayasal organlar böyle bir düşüncenin eseridir.
Her yeni anayasallık bir anayasal krizin eseridir. Geçmişin anayasal krizine dair yeni anayasal düzenin icat ettiği anlatıya pekâlâ o anayasanın mitolojisi gözüyle bakılabilir. Genellikle anayasa dibaceleri de, bu anayasal mitolojilerin en net ifade buldukları metin parçalarıdır ve pek tabiî biçimde sadece anayasal metnin parçası olmakla sınırlı olmayan biçimde anayasal mevcudiyetin de birer ifadesidir. 1961 Anayasasının dibacesinin hemen başında yer alan “meşruiyetini kaybetmiş iktidara karşı direnme hakkıyla 27 Mayıs Devrimini yapan Türk Milleti” ifadesi, aslında doğrudan bu anlatıya işaret eder ve yeni meşruiyetini kendinden önceki iktidarın meşruiyetinin son bulduğu yıkıcı eylem iddiası üzerinden inşa eder.
Hukuk, hukuksal düzen, anayasa, anayasal düzen, anayasallık, hukukilik hangi adla anılırsa anılsın bu kavramlar, öznel çatışmaların nesnelleştirilmesini şart koşarak biçimsel anlamda kaba kuvvetin yani zorunolumsuzlanmasını içerirler. Başka bir ifadeyle şiddetin dışsal görünüşünü yitirmesini ve transformasyonunu esas alır ve bu bakımdan da hukuki anlamda bir kuruculuk ve bağlayıcılık vasfı taşırlar. 1960 yılına gelindiğinde devlet başkanının anayasanın muhafızı olup olmadığı konusunda bile tereddütsüz olamayan 1924 Anayasası, sadece meclis çoğunluklarını kadir-i mutlak addetmek suretiyle “teknik anlamda” geri kalmış bir hukukilik sunabiliyordu. “Hukukun ne olduğunu nihaî anlamda belirleyecek” bir mekanizmanın yokluğundan doğan bu teknik imkânsızlık hali, normun istikrar ve geçerliliğini sorgulayan hakiki bir kriz hali ortaya çıktığında bu krizi, norm-öncesi şiddet fazına geri dönmeden çözemiyordu. Teolojik kurumsal ve normatif anlatılardan farklı olarak her mitolojik anlatı çıplak bir kurucu şiddet ve kurban öyküsünü irdeler. 1961 Anayasası bakımından da yukarıda belirttiğim bu öykü, DP’li Meclis çoğunluğunun “tahkikat komisyonu” girişimidir. Kadir-i mutlak olduğu anayasaca kabul edilen ve kendini birçok ifadesiyle böyle gören Meclis çoğunluğu, anayasa kanunlarının yarattığı kanuniliğin dahi dışına çıkarak, anayasanın öngörmediği biçimde anayasal bir organı kullanmak istemiş ve böylece bundan anayasa-üstü yetkilerle donanmış bir olağanüstü hâl merci yaratmaya teşebbüs etmiştir. Şeklî anayasanın da dışında kalan ve sadece Meclis çoğunluğuna mensup üyelerden oluşan bu yeni olağanüstü hâl merciinin kuruluş deklarasyonun başlığı bile asıl teşebbüsün maksadını doğrudan ifade eder: “CHP’nin yıkıcı, gayrimeşru ve kanundışı faaliyetlerini [….] tetkik etmek” üzere teşkil olmak. Yürütme ve adliye fonksiyonlarına dair yetkilerin üstlenilmesi anayasa-üstü bir kuvvetler birliğini ifade ederken, olağanüstü yetkilerle mücehhez bu organın faaliyet ve kararlarının yayınının yasaklanması ve komisyon kararlarına muhalefet edenlerin cezalandırılacağına dair kanun ve Meclis kararları, en temel kanunilik ve aleniyet prensiplerini bile ortadan kaldırmıştır. Etkin bir anayasal muhafızın mevcut olmadığı koşullar altında parlamenter çoğunlukça parlamenter muhalefetin kül olarak illegal ilan edilmesi ve böylece siyasi millet tanımının üniter yapısının dışına çıkarılması, demokratik meşruiyetin sağladığı hukukiliği ortadan kaldırarak şiddet fazına dönüşe neden olur.
Weimar tecrübesinin negatif mimarlarından Carl Schmitt, 1932’de kaleme aldığı “Kanunilik ve Meşruiyet” adlı broşüründe kadir-i mutlak bir parlamenter çoğunluk modeline dayanan bir “kanun devletinde” bir siyasal iktidarın bu kanunilik biçiminden kaynaklanan meşruiyetinin devamlılığının sağlanabilmesi için muhalefetine “siyasi iktidarı elde etmede eşit şansı” tanıyor olmasından söz ettikten sonra -kendi ifadesiyle- “kaygı verici bir ihtimale” dair şu tespiti yapar: “Kanunilik iddiası, haksızlığa ve hukuka aykırılığa karşı yapılan her direnişi ve savunmayı “kanundışılığa” dönüştürür. Çoğunluk, kanunilik ve kanundışılık üzerinde dilediğince tasarrufta bulunabiliyorsa, evvelâ iç politikadaki rakibini yasadışı, yani hors-la-loi ilan edebilir ve böylece onu halkın demokratik homojenliğinden ihraç edebilir. %51’e hükmeden, geriye kalan %49’u yasal yollardan yasadışı yapabilecektir. %51 pekâlâ, bizzat içinden geçtiği kanunilik kapısını arkadan kilitleyebilecek ve bundan sonra kapıyı muhtemelen çizmeleriyle tekmeleyecek siyasi karşıtına adi bir suçluymuşçasına muamelede bulunabilecektir.”
Bu “kaygı verici ihtimalin” bir daha tahakkuk etmemesi üzerine kurulan 1961 Anayasası, anayasal kriz halinde hukukun ne olduğunu nihaî anlamda belirlemeye dair yetkiyle donanmış bir anayasal muhafızı, Anayasa Mahkemesi’nin varlığını öngörmüştür. Kendini ilk defa 1961 Anayasasıyla bir “hukuk devleti” olarak tanımlayan Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci kuruluşunun anayasal konstrüksiyonun esası mahkemenin anılan sistemsel fonksiyonuna dayanır. Anayasa Mahkemesinin yukarıda andığımız kurucu şiddet evresindeki önsel kamu hukuku formu olan Yüksek Adalet Divanı’nın bir parlamenter ittifakla gayri muhik ilan edilmesi samimi bir hukuk devleti hedefinin ne iktidar ne de muhalefette bulunmadığının göstergesidir. Şaşırtıcı olan ise, doğal neticesi mevcut Anayasa Mahkemesini zayıflatacak olan bu kampanyaya parlamenter muhalefetin gönüllü biçimde iştirak etmesi ve bu konuda herhangi bir anayasal kaygı taşımamasıdır. Şu hâlde CHP bakımından “anayasaya aykırı ama ‘Evet’ diyeceğiz” çizgisini halen sürdürdüğü söylenebilir. Ancak anayasal-politik meselelerdeki çekişmeler boşluk kabul etmiyor, boşaltılan bir mevziiye hemen yerleşilip daha fazlası da istenebiliyor, bu durum son yirmi yıllık tecrübemizle artık sabit olmalıdır. Yüksek Adalet Divanının “milli mutabakata” kurban verilmesinin hemen akabinde MHP, mevcut Anayasa Mahkemesi’nin “yeni hükümet sisteminin doğasına uygun şekilde yeni baştan yapılandırılmasını”, rejimin “küflü prangalardan kurtarılmasını” teklif etmeye cüret etmiştir. 2020 yaz ve sonbaharında yaşadığımız tüm bu hukuk olayları, içinde yer aldığımız anayasal krizin aslında bir muhalefet krizi olduğunu bariz bir biçimde gözler önüne seriyor.
EK: (Rehabilitasyon üzerine)
Üzerinden beş yüzyıl geçmiş orta çağ hadiselerini bile daha dün yaşanmışlar gibi ele almaya meyleden popülist bir siyasi tartışma âdeti türemişken, sadece altmış yıl evvelki 27 Mayıs nasıl bilimsel olgunlukla ele alınsın diyebilirsiniz. Ancak yine de teorik akıl yürütmeyi engelleyerek zihni tembelleştirici sloganları papağanca ezberleten ve neticede tarihi materyal karşısında hilmî kalamayan bu tutumun yarattığı fikrî geriliğe teslim olmamak gerekir. Tabiî ki Şevket Süreyya’nın kaleme aldığı Menderes biyografisine “dram” adını yakıştırmasında edebî bir haklılık payı vardır. Fakat 27 Mayıs sürecine dair birinci elden yapılacak gerçek ve samimi duygusal ifadelerin dönemin aktörlerinin 90’lı yıllarda yavaş yavaş bu dünyadan çekilmeleriyle aslında sonlandığını hatırlatmakta fayda var.
İade-i itibar ve devlet sembolizmindeki dönüşüm konusuna gelirsek, meselenin bu boyutunun 27 Mayıs sembolizmini devlet nezdinde ortadan kaldıran 12 Eylül eliyle kapandığını tespit edebiliriz. 12 Eylül rejimi 27 Mayıs anıtlarını ve bayramı kaldırmakla kalmamıştır, ulusun pantheonu olan Anıtkabir’e defnedilmiş 27 Mayıs figürlerinin buradan çıkarılmasını da kanunla düzenlemiştir (10 Kasım 1981). Böylece 27 Mayıs’ın politik kontenjanından Anıtkabir’e yerleştirilenlerden Nisan ‘60 öğrenci olaylarında ölen Turan Emeksiz, Nedim Özpolat gibi “hürriyet şehitlerinin” ve 1963 Aydemirci darbe teşebbüsüne karşı gelirken şehit düşen hükümetçi askerlerin ve nihayet 1966’da defnedilen cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in naaşları, ilgili şehitliklere ve devlet mezarlığına nakledilmiştir. 12 Eylül’ün restoratörü Özal’ın cumhurbaşkanlığı devrinde 11 Nisan 1990 tarihli “Yüksek Adalet Divanınca Mahkûm Edilenlerin Hukuken itibarlarının İadesine ve Eski Başbakanlardan Adnan Menderes ve Eski bakanlardan Fatin Rüştü Zorlu ile Hasan Polatkan’ın İmralı’da Bulunan Mezarlarının Nakli ile isimlerinin Bazı Tesislere Verilmesi Hakkında Kanun” [ikinci düzenleme] ile hem Yassıada’da yargılananlara hukukî ve siyasî iade-i itibar yapılmış hem de Menderes ve bakanların devlet töreniyle cenazelerinin nakli sağlanmıştır. Menderes ve bakanların Eyüp Sultan haziresine defni üzerinde bir an için tereddüt edildikten sonra, Menderes hükümetlerince İstanbul’da istimlak edilerek açılan bulvarın sonundaki tepeye defnedilmeleri makul bulunmuştur. Bu hadiselerden sonra konunun sembolik ve hissî kısmi aslında tamamen kapanmıştır. Ancak 2010 Referandumu süreciyle başlayan yeni dönemde Yassıada tartışmasının yeniden gündeme getirildiğine şahitlik ediyoruz. Bu tartışmanın artık siyaset tarihinin derinliklerinde kalmış DP-CHP kavgasıyla doğrudan bir ilgisi kalmamıştır. Kadim DP çizgisinin 2010 ve sonrasındaki referandumlarda gösterdiği siyasi tepki dahi bu tespitimizi doğrular.