On ay olmak üzere, pandemi kasıp kavuruyor…
Önce “Sokağa Çıkma Yasağı” ilan ediliyordu.
Bu ifadenin Anayasal bir mesele olduğu; Anayasa’nın 119’uncu maddesi uyarınca Olağanüstü Hal İlanı ve bunun Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce onaylanması ile mümkün olabildiği neden sonra anlaşılınca yumuşak bir geçişle “sokağa çıkma kısıtlaması” denilmeye başlandı
Anayasa’nın 13’üncü maddesinde “temel hak ve hürriyetler” ancak “Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir” denmesine yine aynı maddeye göre bu sınırlamaların “demokratik toplum gerekliliklerine” ve “ölçülülük ilkesine” aykırı olamayacağı açık.
Çünkü Anayasa’nın 23’üncü maddesi uyarınca “yerleşme ve seyahat hürriyeti”nin ancak kanunla sınırlandırılabileceği; sınırlandırma nedenleri arasında ise salgın hastalığın sayılmamış.
11 Mart’tan bu yana siyasal iktidar erbabının çok severek kamu idaresini sevk ve idare (!) ettiği genelgeler ise azıcık izan sahibi hukukçuları delirtmek için tasarlanmış gibi..!
Bu genelgelerin dayanağı olarak İl İdaresi Kanunu’nun 11’inci maddesi ile Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun 27’inci maddesine işaret ediliyor ancak iki yasal düzenleme de İçişleri Bakanı Süleyman Soylu Beyefendi’ye hiçbir hak ve yetki tanımıyor.
İl İdaresi Kanunu’nun 11’inci maddesi Valiler, Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun 27’inci maddesi ise “vilayet veya kaza hıfzıssıhha meclisleri” ile ilgili hak, yetki, görev ve sorumluluk tanımlıyor.
İçişleri Bakanı imzası ile valilere ve hıfzıssıhha meclislerine genelge göndermek ise hukuki olmamasının yanı sıra; ancak neoliberal dönemin “güçlendirilmiş yürütmesi” tarafından başvurulacak bir irrasyonalitedir. Kanundan kaynaklanan görev ve sorumluluklarını yerine getiremeyecek hale getirilmiş “neme lazımcı” bir idari teşkilat ve her şeyi tek elde toplama deliliğinin çaresizliği…
Demokratik olmayan bir biçimde kamu düzeninin sürdürülemeyeceğini Nisan 2020 itibari ile görmüştük, halen görüyoruz…
Süper, en şahane “yürütme” vaadi ile yapılan 2017 referandumu ve “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” hala pandemi ile ilgili 1930 tarihli Umumi Hıfzıssıhha Kanunu hükümlerine başvuruyor. Hala!
Valilerin yahut hıfzıssıhha meclislerinin uhdesinde bulunan “toplum hareketinin sınırlandırılması/kısıtlanması” kararının, bütün yetkileri tek merkezde toplama çılgınlığı nedeni ile nasıl geciktirildiğini; kısmi bir uygulamasının bile neoliberal merkeziyetçilik nedeni ile nasıl bir felakete dönüşebildiğini, hem Türkiye’de hem de dünyanın çeşitli yerlerinde tecrübe ettik, ediyoruz.
Vurgulayalım: salgın dönemini en az hasarla atlatabilmek; ancak demokratik bir kamu düzeni ile mümkündür.
Öte yandan, sevdiklerimizle birlikte bu salgını sağlıkla atlatabilmek için olduğu kadar, sonrasında kaderimizin genelgelerle belirlenmemesi için de; meşru bir amaç için yapılanların, hukukiliğini, Anayasa’ya ve ulusal üstü insan hakları belgelerine uygunluğunu talep etmek zorundayız. Artık bu ertelenemez…
Demokratik hakların sınırlandırılması sonucu doğuran uygulamaların pandemi koşullarından çıkarken “süreğen” hale getirilmesine ve “istisnai” değil “olağan” hale dönüştürülmesi tehlikesi ufukta belirdi.
Peki gelelim, Torbakanunsever AKP neden bir(dizi) “pandemi yasalaştırması”na gitmiyor fırsattan istifade?
Mer’i mevzuattaki bir yükümlülüğünü işaret ederek yanıt verelim:
Covid-19 pandemisi ile ilgili “kısıtlama tedbirleri”nin tümü 1593 sayılı (1930 tarihli) Umumi Hıfzıssıhha Kanunu hükümlerine dayandırılıyor.
Aynı kanunun 76 ıncı maddesi uyarınca “meslek ve sanatlarının icrasından men edilenler” ve 83 üncü maddesi uyarınca “cebri tecride tabi” olanların “kendileri ve ailelerin iaşeleri masarifi Hükümetçe” sağlanır.
Örneğin; bir tek esnafın kendisinin ve ailesinin sosyal yardım aldığını gören duyan var mı?