Dr. Aslı Zengin*
Amerika’da siyahlar—özellikle de siyah erkekler—yıllardır polis tarafından mütemadiyen öldürülüyor. Peki tüm ülkenin neredeyse geneline yayılan başkaldırıları neden daha önce değil de şimdi görüyoruz? Siyahların yıllardır eşitlik mücadelesi vermesine ve ölümleri protesto etmesine rağmen beyazların çoğu neden şimdi ayaklanmalara destek vermeyi ve katılmayı seçtiler? Bu soruları cevaplamadan önce tarihsel bağlamı kısaca özetleyip bu bağlam içerisinde siyah erkek olmak ne demek, ilk önce onu açıklayacağım. Yazının diğer kısmında da nefes, siyahlık ve başkaldırılar arasındaki ilişkiye değineceğim.
Ekranlardan şahit olduğumuz ölümlerin dört yüz yıllı aşkın bir tarihi var. Afrikalıları zorla Amerika’ya getiren transatlantik köle ticareti 1619’da başladı ve köleliğin kaldırıldığı 1860 yılına kadar sürdü. 1870’lerde kölelik sisteminin hemen ardından ırkçı kast sistemi diye tanımlayabileceğimiz Jim Crow yasaları geldi. Hayatın her alanını siyah karşıtlığı üzerinden düzenleyen Jim Crow yasaları 1960’ların ortasında siyahların neredeyse on beş yıl süren Yurttaşlık Hakları Hareketi ile feshedildi. Yeni anayasa artık tüm Amerikalıların insan haklarını eşit olarak tanımladığını ve koruduğunu iddia ediyordu. Gerçek hayatta bunun böyle olmadığını hem polislerin öldürdüğü siyahların sayısından hem de siyahları yığın ve seri halde içeriye tıkan endüstriyel hapishane sisteminden görebiliyoruz. Hapishane nüfusunun büyük çoğunluğunu Hispaniklerle beraber siyahlar oluşturuyor ve tutuklulukları esnasında sömürü-kar ekonomisinin en diplerinde ucuz iş gücü olarak çalışmaya mahkum ediliyorlar. Dışarıda olan siyah nüfus ise gündelik hayatını tutuklanmayı ve ölümü sürekli ensesinde hissederek yaşıyor. Özetle sürekli şahit olduğumuz siyah ölümlerini kölelik sisteminden beri devam eden ve bugün yeni form ve yöntemlerini üretmiş sömürgecilik rejiminin bir sonucu olarak görmek mümkün. Irkçılık siyahların hareket ettiği, nefes aldığı her anı ve alanı hakimiyeti altına almış durumda. Irkçılık için Amerika’yı Amerika yapan en eski ‘değer’ birimlerinden biri diyebiliriz.
Amerika’da Siyah Erkek Olmak Ne Demek?
Siyah erkekliğin algısı yasa dışı ve suçlu olmakla o kadar iç içe geçmiş durumda ki, siyah bir adam için sokaktaki herhangi bir rutin aktivite dahi tutuklanmasına, hatta öldürülmesine, neden olabiliyor. Bundan iki ay önce 25 yaşındaki Ahmaud Arbery jogging için dışarı çıkıyor. Baba-oğul iki beyaz polis memuru Arbery koşarken kendisinin aranan bir suçlu olduğunu iddia ederek Arbery’i sokak ortasında silahlarıyla vurup öldürüyor. Cinayetin video kaydını birkaç hafta önce davadaki avukatlardan biri sosyal medyaya sızdırıyor. O zamana kadar hiç tutuklama olmamışken, sosyal medyada çıkan infial nedeniyle polisler hemen tutuklanıyor. Yani polisler Arbery’i öldürdükleri için değil, Amerika halkı Arbery’nin tereddütsüzce öldürülme sahnesini izleyip dehşete düştükleri için tutuklanıyorlar.
Arbery’nin ölümünden sonra New York Times gazetesi ‘Koşarken Siyah Olmak’ diye bir yazı köşesi başlatıyor. Çeşitli yaşlardan bir sürü erkek sokakta gezerken, takılırken, koşarken ya da araba sürerken yaşadığı endişeyi türlü deneyimleri üzerinden anlatıyorlar. Sokakta bir yandan sağlığını korumak için fiziksel aktiviteler yaparken, diğer yandan her an rastgele tutuklanma veya öldürülebilme kaygısıyla sürekli hırpalanan duygusal ve zihinsel sağlıklarından bahsediyorlar.
Siyah erkek çocuk yetiştiren ebeveynlerin korku ve endişeleri ise dikkat isteyen başka bir alan. Siyah aileler zaten çocuklarını neyin beklediğini tarihsel ve güncel deneyimlerinden dolayı biliyorlar. Bir de siyah çocuk evlat edinen beyaz ebeveynlerin hikayeleri var ki, onlar da siyah ve beyaz ergenliğinin toplumsal farklılığına dair çarpıcı örnekler sunuyorlar. Mesela sokakta insanların siyah çocuklarına 10’lu yaşlara kadar sevimli muamelesi gösterirken, ergenlikle beraber çocuklarının bedenlerini nasıl tehdit olarak algılamaya başladıklarını anlatıyorlar. O ana kadar beyaz ayrıcalığının farkına varmayan birçok ebeveyn, çocuğunun ergenlikle değişen beden algısı üzerinden ırkçılıkla ilgili yeni bir deneyime sahip olduklarından bahsediyorlar. Siyah çocuklar büyüyüp dışarıda daha fazla vakit geçirmeye başladıkça bu sefer tüm siyah çocuklu aileler için başka bir endişe ekonomisi oluşuyor. Çocuklarının her günün sonunda eve sağ salim veya tutuklanmamış olarak dönüşünü kaygı içinde beklemekten başka çareleri kalmıyor.
Şöyle düşünün: Erkek çocuk yetiştiriyorsunuz ve yaşadığınız toplum bu çocuğun erkekliğini kuran ana etkenlerden bir tanesinin ergenlikle beraber rastgele öldürülebilme veya tutuklanma tehdidi olduğunu size öğretiyor. Kutladığınız her doğum günüyle bu tehdide koca bir adım daha atıyorsunuz. Çocuğunuzu bu bilgi ve duyguya hazırlamak ne anlama geliyor? Bunun pedagojisini düşünmek ne demek?
Siyah kadınlar da elbet bu ölüm sarmalının bir parçası. Arbery’nin öldürüldüğü günlerde 26 yaşında hemşire olarak çalışan Brenna Taylor kendi evine gece yarısı yapılan polis baskını sırasında sekiz el ateş edilerek öldürülüyor. Daha sonra polisin yanlış eve baskın yaptığı anlaşılıyor.
Ölüm ve şiddet hikayeleri toplum geneline yayılırken en çok unutulan kişiler ise siyah trans kadın ve erkekler. George Floyd’un öldürülmesinden birkaç gün sonra Florida’da bu sefer Tony McDade adında trans bir erkek polis kurşunu yüzünden can veriyor. Siyah trans erkekler özelinde düşündüğümüzde toplumsal cinsiyet geçiş sürecinin sadece cinsiyetle değil, aynı zamanda ırkla da alakalı olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Geçiş yaptıkları toplumsal kimlik siyah erkeklik olduğu için kendilerini tehdit unsuru, korku kaynağı veya tiksinilen bir varlık algısı içerisinde buluyorlar. Çünkü ırkçı toplumsal yaşam nazarında siyah erkekliğin tanımı bu. Dolayısıyla beyaz transların yaşadıkları zorluklardan katbekat daha şiddete açık olan bir erkeklik halinden bahsediyoruz. Deneyimlerini anlatırken, trans geçiş sürecindeyaşadıkları şiddeti genel transfobiden çok, ırkçılığın—daha spesifik haliyle—siyah erkek karşıtlığının belirlediğinden bahsediyorlar.
Bana kalırsa Amerika’da siyahlar özelinde yaşanana genel tabiriyle ırkçılık demek bayağı genel bir kavramsallaştırma ve yaşanan şiddeti tam karşılamıyor. Çünkü Amerika beyaz olmayan başka topluluklara karşı da gayet ırkçı ama ırkçılığın da bir hiyerarşisi var ve herkese aynı bedeli ödetmiyor. Mesela gündelik hayat içerisinde sistematik olarak öldürülenlerin çoğu siyah erkekler. Beyazlığın siyah karşıtlığı olarak silah haline geldiği çok spesifik bir ırkçılıktan bahsediyoruz.
Nefessiz Kalmak
Peki bunca yıldır devam eden ölüm ve tutuklanmalar karşısında siyahlar daha önce hiç harekete geçmedi mi? Elbette geçtiler. Bunun en yakın örneği 2014 yılındaki Ferguson Ayaklanmaları. Missouri eyaletinin Ferguson şehrinde bir polis memuru 18 yaşındaki Micheal Brown’a ateş ederek öldürüyor ve bunun üzerine bugün Amerika’da gördüğümüze benzer protestolar ve akabinde sokağa çıkma yasakları uygulanıyor. Mevzu yine aynı: hem Ferguson’da hem de ülke çapında güvenlik güçlerinin siyahlara karşı ırkçı tutumu, gitgide militerleşen polis şiddeti ve polisin güç kullanımıyla ilgili düzenlemeler. Ayaklanmalar bugünkünden farklı olarak sadece Ferguson’la kısıtlı kalıyor ve diğer şehirlere yayılmıyor.
Yazının başındaki ‘neden şimdi?’ sorusuna dönecek olursak: Bu elbette çok yönlü cevapları olan bir soru. Mesela, yapısal eşitsizlikleri, sürekli büyüyen gelir uçurumunu, endüstriyel hapishane kompleksini, yıllardır süren sistemik polis şiddetini, ırkçı politikacıları ve hukuk sistemini, eşitsiz işleyen eğitim ve sağlık sistemini, ırkçı emlak piyasasını ve ırk ayrımı üzerinden tasarlanan şehir ve mekan planlarını sayabiliriz. Beyazlar nazarında Bernie Sanders’ın Demokratik Parti adaylığı yarışında oluşturduğu seçim kampanyasının etkisinden bahsedebiliriz. Bu sürecin birçok beyazı daha aktif ve bilinçli öznelere haline getirdiğinden, beyazlar ve beyaz olmayanlar arasında yeni diyaloglar ve ortak mücadele alanları oluşturduğunu vurgulayabiliriz. Fakat kanımca, tüm bunların yanı sıra etkili olan bir başka sebep daha var, o da ‘nefes’ meselesi. ‘Nefes’ meselesinin ayrı bir vurguyu hak ettiğine inanıyorum.
Malum Covid-19 hayatımızı işgal altına aldığından beri gündelik konuşmalarımızın ve hareketlerimizin neredeyse tümü nefes alıp vermenin bilinci etrafında şekillenmeye başladı. Fiziksel mesafe, maske, solunum cihazı, öksürük vs. hepsi aslında aldığımız ve korumak istediğimiz nefese dair bir sözcük dağarcığı oluşturuyor. Öte yandan, Amerika özelinde konuşacak olursak, bu ülke Covid-19 yüzünden ölen insan sayısının dünya çapında en fazla olduğu ülke. Pandemi yüzünden ölen siyahların sayısı ise beyazların oranından çok daha fazla.
George Floyd için yüzbinlerce insan protestolara başlamadan önce televizyonda saatlerce her gece sadece Korona üzerine haber ve programlar yapılıyordu. Ana haber bülteninin içerisinde yakınlarını kaybeden kişilere özel olarak hazırlanmış bir program kesiti vardı. İnsanlar her gece canlı yayına bağlanıp yakınlarının nasıl öldüğünü ve nasıl biri olduğunu anlatarak toplumla beraber yaslarını tutmaya çalışıyorlardı. Bu esnada nefes, soluk alma teknikleri, nefessiz kalma, solunum yetmezliği, boğulmak gibi sözcükler ister istemez ölüm ve yas dilinin ortak paydası haline geldi.
Siyahlar için nefes zaten hep siyasi bir mesele olmuştu. Frantz Fanon’un meşhur lafı bize bunu en yalın haliyle hatırlatıyor: ‘Basitçe ayaklanıyoruz çünkü birçok nedenden dolayı, artık nefes alamıyoruz.’ 2014 yılında Eric Garner yine polisin ellerinde boğularak can verirken tam 11 kez ‘Nefes alamıyorum!’ demişti. Bu cinayet sonrasında ‘Nefes Alamıyorum!’ Siyah Hayatları Önemlidir Hareketinin yaygın bir sloganı haline geldi.
Öte yandan siyah olmayanlar—özellikle de beyazlar—için nefes bu kadar siyasi, toplumsal ve kişisel bir söylem alanı oluşturmuyordu. Bu gözlemime beyaz orta ve üst sınıfların yoga ve sağlık pratikleri üzerinden geliştirdikleri nefes söylemini katmıyorum. O da ayrı bir yazının konusu olabilir. Beyazlık ve nefes ilişkisi Covid’le beraber değişmeye başlıyor çünkü artık Amerikalıların büyük çoğunluğu ne olduğu çok da bilinmeyen bir virüs nedeniyle nefessiz kalma tehlikesini hissediyorlar. Virüsün yaratacağı nefes darlığı ve ölüm olasılığından sakınmaya çalışan bir sürü insan endişe, korku, kaygı, yalnızlıktan oluşan bir duygu sarmalı içinde yaşıyor.
George Floyd’un boğulduğu anı izleyen milyonlarca Amerikalı aslında son üç aydır hastanede nefes yetmezliğinden ölen binlerce insanın hikayesini izliyor, dinliyor ve buna yakından tanıklık ediyor. Zaten halihazırda bir virüs tarafından boğulma endişesiyle aylardır yaşayan insanlar topluluğundan bahsediyoruz. O yüzden kanaatimce George Floyd’un soluğunun milyonlar karşısında kesilmesi toplum vicdanında bu sefer başka bir yere dokundu ve zaten iki aydır evinden çıkamayan belirli bir kitleyi o duygu sarmalıyla beraber harekete geçirdi. Pandemi olmasaydı Amerika’daki ırkçılık karşıtı ayaklanmalar bu kadar destek bulur muydu emin değilim.
* Brown Üniversitesi, Antropoloji Bölümü ve Pembroke Araştırma Merkezi