5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunu’nda yapılan değişiklikler 15 Nisan 2020 tarihinde ResmiGazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi[1]. Bu değişikliklerin temelinde yatan gerekçelerden belki de en önemlisinin basına yansıyan rakamlara göre yaklaşık 300.000 mahpusun bulunduğu cezaevlerindeki aşırı kalabalığın önüne geçebilmek olduğu tahmin edilmektedir. Cezaevlerinin, İnfaz Kanunu’nda yapılan değişiklikler kapsamında, hakkında kesinleşmişmahkûmiyethükmü verilmiş olan hükümlüler açısından koşullu salıverilme oranlarındaki değişikliklerle değil, tutukluların tahliyesi yoluyla boşaltılmasının daha uygun olacağına ilişkin tartışmalar da kamuoyunda geniş yer bulmuştur. Zira hakkında kesinleşmiş bir mahkûmiyet kararı bulunmayan tutuklular T.C. Anayasası’nın 38. maddesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin [AİHS] 6. maddesinin 2. fıkrası çerçevesinde masumiyet karinesinden yararlanmaktadır. Elbette hakkındaki mahkûmiyet hükmü kesinleşmemiş olan, uygulamadaki ismiyle hüküm özlü/hükmen tutuklu kişiler de iç hukuk bağlamında ceza muhakemesi mevzuatımız açısından tutuklu statüsündedir (tutukluluğun özerk kavram olmasıkonusunda bkz: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi [AİHM] Türkiye’ye karşı Solmaz kararı, no. 27561/02 ve sonrasında gelişen içtihat).
Bu çerçevede, cezaevlerindeki aşırı yoğunluğa son verilmesine yönelik yapılan bu infaz düzenlemesine ilişkin olarak,muhalefet partisi tarafından yasal düzenlemelerin bir özel af niteliğinde olup olmadığı ve kanunen af kanunları için aranan 3/5 oranında meclis çoğunluğunun sağlanıp sağlanmadığı bakımından soyut norm denetimi kapsamındabaşvuru yapılmıştır. Bu başvuru hakkında 6 Mayıs 2020 tarihinde Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu tarafından ilk inceleme yapılmış ve daha sonraki bir tarihte esastan karara bağlanmasına karar verileceği basına yansımıştır.
Bu çalışmada, bahse konu infaz düzenlemesi, Anayasa Mahkemesi önünde olası bir esasa ilişkin soyut norm denetimi veya bireysel başvuru açısından, AİHS 14. maddesiyle garanti altına alınan ayrımcılık yasağı kapsamındaki yerleşik temel ilkeler bakımından değerlendirilecektir.
Ayrımcılık yasağının kapsamı bakımından…
Bilinmektedir ki, infaz düzenlemelerinde “suç” ya da “cezanın miktarı” değil, bir suçtan mahkûm olmuş “kişi”, diğer bir deyişle, suçlunun topluma yeniden kazandırılmasıamacı ön planda olmalıdır. Bu husus, infaz düzenlemelerinin toplumdaki barışı ve kamu düzenini bozacak sonuçlara ulaşmasını da engelleyecek bir teminattır. Anayasa Mahkemesi12 Aralık 1991 tarihli 21079 sayılı kararında da Anayasa’nın 10. maddesi kapsamında eşitlik ilkesi çerçevesinde yaptığı değerlendirmede bu konunun altını çizmiştir. Anayasa Mahkemesi’ne göre de “…Bu program, suça göre değil, suçlunun infaz süresince gösterdiği davranışlarına ve gözlenen iyi durumuna göre düzenlenecektir. Bu da infazın, mahkumların işledikleri suçlara göre bir ayrıma gidilmeden, aynı esaslara ve belirli bir programa göre yapılmasını ve sonuçlarının gözlenmesini gerektirir”[2]. Dolayısıyla infaz politikasının ve programının suç bazlı değil, mahpusun cezanın infazı süresince değerlendirilen “iyi haline” ilişkin olması daha yerinde olur.
Bu çerçevede, infaz düzenlemesinin insan hakları hukuku bağlamında değerlendirilmesi için, AİHS 14.maddesi kapsamında garanti altına alınan ayrımcılık yasağından bahsetmek gerekir. Öncelikle belirtmek gerekir ki, ayrımcılık yasağı bir bireysel başvuruda tek başına ileri sürülebilen bir teminat değildir. İnfaz rejimine ilişkin kaleme alınacak bireysel başvurularda eşitlik ilkesinin/ayrımcılık yasağının özgürlük ve güvenlik hakkı (AİHS madde 5/1, T.C. Anayasası madde 19) ile birlikte ileri sürülmesi gerekmektedir. Bilinmektedir ki, ayrımcılık yasağının anayasal dayanağı olan eşitlik ilkesinden anlaşılan, bir hukuk devletinde aynı ya da benzer hukuki durumda olan kişilerin aynı hukuk kurallarına tabi olmasıdır. Aynı hukuki statüde olan kişilere farklı hukuk kuralları uygulanacaksa bunun meşru bir gerekçe ile ilişkilendirilmesi gerekir ki, burada meşru gerekçenin ispat külfeti devlet makamlarına aittir. İnfaz düzenlemesi de içerdiği kurallar bakımından bu çerçevede ele alınmalıdır. Diğer bir ifadeyle aynı ya da benzer hukuksal durumdaki hükümlüye farklı infaz kurallarının uygulanması halinde, bu farklılığın meşru gerekçesinin somut ve orantılı olarak ortaya konulması gereklidir. Yapılacak incelemenin de çıkış noktası bu olmalıdır.
Bu noktada AİHM içtihadına baktığımızda, Türkiye’ye karşı Gerger davasında (no. 24919/94), başvurucunun şikayetlerinden birinin Terörle Mücadele Kanunu kapsamında şartlı salıverme oranının diğer suçlardan farklı olmasının değerlendirilmesi idi. AİHM, bu kararda özgürlük ve güvenlik hakkının şartlı salıverilmeyi isteme hakkını barındırmadığını, ancak infaz politikalarına ilişkin düzenlemelerin ayrımcılık yasağı çerçevesinde dikkate alınabileceğini belirtmiştir. Dolayısıyla Gerger başvurusunda, farklı suç kategorileri arasındaki farklı şartlı salıverilme oranları ile ilgili şikayette bir ihlal bulunmamışken, aynı suç kategorisi içinde uygulanan infaz politikasına ilişkin farklı değerlendirme yapıldığı ile ilgili bir şikayetin ayrımcılık yasağı çerçevesinde değerlendirilebileceğinin sinyali verilmiştir.
Öyle ki, AİHM’nin Birleşik Krallığa karşı Cliftdavasında (no. 7205/07), başvurucunun 18 yıldan fazla bir hapis cezasına mahkûm olanların, bu sürenin altında hapis cezasına mahkûm olanlardan farklı olarak iyi hal değerlendirme kararının ayrıca bir merci onayına tabi tutulmasına ilişkin şikâyeti değerlendirilmiştir. Mahkeme burada başvurucunun aynı hukuksal durumda olduğu kişilerden farklı bir statüye konulduğunu ve bunun gerekçesinin ise 18 yıl ve üzeri bir hapis cezasına mahkûm olmuş olması olduğunu değerlendirmiş ve sadece mahkûm olunan süreye dayalı olarak ayrı bir onay sürecinin öngörülmesinin meşru bir amaç taşımadığını ve dolayısıyla özgürlük güvenlik hakkının ayrımcılık yasağı bağlantılı olarak ihlaline karar vermiştir.
Bununla birlikte, AİHM,Rusya’ya karşıKhamtokhu Büyük Daire davasında (no.60367/08, 961/11), müebbet hapis cezasına mahkûm olan bir erkek başvurucunun, aynı cezanın verilmesininkadın ya da çocuklar açısından (mevzuatta) öngörülmemiş olmasına ilişkin olarak dile getirdiği ayrımcılık yasağının ihlal edildiğine ilişkin şikâyetinde, devletin takdir marjı gözetilerek adalet prensibi ve insani gereklilikler çerçevesinde meşru bir amaç izlendiğine ve ihlal bulunmadığına karar vermiştir. Burada topluma yeniden kazandırma politikalarının ve bu kapsamda devletin ortaya koyduğu meşru gerekçelerin kararda dikkate alındığını söyleyebiliriz.
Ayrımcılık yasağına ilişkin değerlendirmenin bu prensipler ışığında yapılması ve somut olayda aynı durumdaki kişilere farklı statü tanınmasının bir meşru gerekçesinin bulunup bulunmadığının somut gerekçelerle ortaya konulması gereklidir.
Mevcut infaz düzenlemesinin bu ilkeler çerçevesinde esasa ilişkin olarak değerlendirilmesinde, ayrımcılık yasağı kapsamında ele alınması mümkün olan bazı konular karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan ilki, İnfaz Kanunu’na eklenen geçici 6. maddeyle ülkemizin içinden geçmekte olduğu pandemi durumu nedeniyle, cezaevlerinde alınan koronavirüsü tedbirlerine bağlı olarak belli hassas kategorideki hükümlülere sağlanandenetimli serbestlikimkânıdır. Bu hassas kategorinin içinde 0-6 yaş arasında çocuğu olan kadın hükümlüler, ağır hastalık, engellilik ve yaşlılık nedeniyle hayatını tek başına sürdüremeyecek olan 65 yaş üzeri hükümlülerden bu durumu raporla tevsik edenler ve 70 yaşın üzerindeki hükümlüler bulunmaktadır. Aslına bakılırsa, açık cezaevinde bulunanhassas kategorideki hükümlülerle ilgili olarak İnfaz Kanunu’nun 105/A maddesi, kanunda öngörülen belli şartları yerine getirmeleri halinde ağır hastalık, engellilik ve kocama hali nedeniyle hayatını idame ettiremeyecek durumda olanları kapsar biçimde ceza infaz kurumu idaresince hazırlanan değerlendirme raporu üzerinedenetimli serbestlik tedbirinden yararlanabilmeyi halihazırda düzenlemekteydi. Geçici 6. maddenin, bu maddede sayılan hassas gruba dahil olan hükümlülerle ilgili korona virüsü nedeniyle alınan tedbirler bağlamında özel bir düzenleme getirdiği ve bunun da meşru bir amaca hizmet ettiği düşünüldüğünde, hassas kategoride olan hükümlüler açısından açık ve kapalı cezaevleri arasındayapılan farklı muamelenin meşru gerekçesinin ortaya konabilmiş olduğu söylenemez. Ayrıca yaş sınırı olarak 65 yaşın öngörülmüş olmasının da objektif meşru gerekçesi bu düzenlemeden anlaşılamamaktadır. Dolayısıyla, korona virüsü tedbirlerine ilişkin istisnai ve özel bir düzenleme olduğu anlaşılan geçici 6. madde bakımından aynı hukuksal durumda olan ve maddede sayılan hassas kategorilere dâhilmahpuslar açısından, cezaevinin açık ve kapalı kısımlarda bulunma bakımından öngörülen farklı muamelenin meşru amacının,ayrımcılık yasağı kapsamında,tam olarak ortaya konulmamış olduğu görülmektedir.
Özellikle aralarında Avrupa Konseyi ve özellikle Avrupa Konseyi İşkenceyi Önleme Komitesi (AİÖK), Avrupa Birliği organları, Birleşmiş Milletlerİnsan Hakları Komiseri, Birleşmiş Milletler Yargısız İnfazlar Özel Raportörü, Uluslararası Af Örgütü, İnsan Hakları İzleme Örgütü gibi uluslararası kuruluşlar ve mekanizma temsilcilerininde açıklamalarında vurguladığı üzere, cezaevlerinde sağlık tedbirlerinin alınması ve mahpusların sağlığa erişiminin etkin biçimde sağlanmasına ilişkin pozitifyükümlülükler kapsamında, bahse konu geçici maddede yapılan bu düzenlemeninbaşlangıçta meşru bir amaç güttüğü söylenebilir. Bununla birlikte, bu imkânın sadece belirli suç kategorileri ile sınırlı tutulması ayrımcılık yasağı bakımından son derece sorunludur. Zira aynı cezaevinde bulunan ve hassas gruplara dahil olan mahpuslardan belli suç kategorisinde bulunanlara koronavirüsü nedeniyle bir denetimli serbestlikle salıverilme imkânıtanınırken, diğer kategoridekilere tanınmaması, aynı hukuksal durumda olan kişilere farklı muamele teşkil edebilecektir. Ortaya çıkacak farklılığın meşru gerekçesi ortaya konulmadığı müddetçe yapılan, ayrımcılık yasağı kapsamında sorun teşkil edecektir.
Bununla birlikte, bu noktada dikkat edilmesi gereken bir konu daha mevcuttur. Koronavirüsü tedbirleri kapsamında sağlanan bu imkânın, olağanüstü bir durumla ilgili olarak tamamen sağlıkla ve sağlığa erişimle ilgili bir tedbir olduğu gözetilmeli; suç kategorileri bakımından ayrımcılık teşkil etmeksizin kırılgan gruptaki hermahpus açısından özenli bir bireysel değerlendirme uygulanmasına ve kamu düzenini bozabilecek ve cezasızlığa yol açabilecek bir durumun oluşmamasına dikkat edilmelidir. Bir başka ifadeyle, her ihtimalde toplumdaki güvenlik duygusunu zedeleyecek biçimde bir uygulamanın da önüne geçmek gerekir. Bu çerçevede özellikle toplum bakımından objektif olarak tehlikelilik arz eden suç kategorileri açısından farklı düzenlemeler öngörülmesi, tehlikelilikle ilgili gerekli tedbirlerin somut biçimde alınması yoluyla tahliye dışında alternatif başka tedbirler uygulanarak sağlığa erişim hakkının etkin şekilde sağlanması düşünülebilir. Bu özellikli durumunmeşru bir gerekçe ve demokratik toplumda gereklilik ölçütleri karşılandığı müddetçe ayrımcılık yasağı kapsamında sorun teşkil etmemesi mümkündür. Bu hususa özel olarak yazının ilerleyen bölümünde cezasızlıkla mücadele açısından da değinilecektir.
Diğer taraftan, geçici 6. madde bakımından, aynı meşru gerekçenin kanunda belirtilen hassas gruplara dâhil olan mahpuslar açısından var olması gerektiği dikkate alındığında, koronavirüsü tedbirleri kapsamında hassas durumda olan ve aynı cezaevinde bulunan hem tutuklular hem de hükümlüler açısından uygulanması gerekir. Kaldı ki, henüz hakkında bir mahkûmiyet kararı olmayan bir tutuklunun masumiyet karinesinden yararlanması söz konusudur. Dolayısıyla, sağlığa erişim ve yaşam hakkı bağlantılı olarak hassas durumdakiler kapsamında, hükümlüler ve tutuklular açısından uygulamanın genişletilmesi düşünülebilir. Özellikle tutuklular bakımından cezaevlerinde tutulmaktan ziyade, alternatif tedbirlere başvurulması gerektiğinin altı çizilmelidir. Bu yönde bir tavır alınması toplumsal barışın ve kamu düzeninin bozulmasının da önüne geçecektir.
Öyle ki, aslında tutuklular açısından asıl tartışılması gereken, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun [CMK] 100. maddesinin şartlarının bir bütün halinde sulh ceza hâkimlikleri ve/veya tutuklamanın devamı kararlarında mahkemeler tarafından keyfilikten uzak ve kanuna uygun biçimde uygulanıp uygulanmadığı olmalıdır. Diğer bir ifadeyle, kanunumuzda tutuklama ve tutuklamanın devamına ilişkin hükümlerde teoriden ziyade,söz konusu hükümlerin uygulanmasında ciddi sorunlar gözlemlenmektedir. Bu durumun en somut göstergesi mahpusların yaklaşık yüzde otuz oranında tutuklulardan oluşmasıdır. Bu noktada, özellikle tutuklamaya alternatif tedbirlerin gözetilmesi ile sulh ceza hâkimliklerinin kapalı devre bir sistem halinde işlemekten çıkartılması gündeme gelmelidir. Yine tutuklamanın amacının kişiyi yargı merci önüne çıkartmak olduğu, cezanın infazıdeğil ve fakat koruma tedbiri olduğu, kuvvetli suç şüphesinin zaman geçtikçe azaldığı gerçeği de gözetilerek, tutuklamanın son çare olma niteliğini yadsıyan zihniyetsona erdirilmelidir.
Diğer taraftan, yeni infaz düzenlemesi ile belli suç kategorileri açısından getirilen koşullu salıverilme oranları ve denetimli serbestlik rejimi ile cezaevinde uygulamadaki tabiriyle “yatarı olmayan” bir suçtan tutuklanan kişinin, mahkûmolması halinde cezayı pratik olarak çekmeyecek olması da kanunun uygulanmasında sorun yaratabilir. Zira tutuklama tedbirinin bir koruma tedbiri olmasına rağmen, bir çeşit ceza gibi kullanılmasına sebebiyet verilmesi gündeme gelebilir. Halbuki, bir koruma tedbiri olan tutuklamanın, son tahlilde isnat edilen suçun kanunda öngörülen cezasına da bakıldığında, orantılı olması ve en son çare olarak başvurulması özgürlük ve güvenlik hakkının sağladığı güvencelere ilişkin temel ilkelerdir. Bu çerçevede ayrımcılık yasağının kapsamında özellikle aynı suç kategorisi içinde aynı hukuki statüde olanlara yapılanfarklı muamelenin meşru gerekçesinin, hükümlüler ve tutuklular arasında, nasıl ortaya konulduğu konusunda şüphe oluşması kaçınılmazdır.
Ayrımcılık yasağının kapsamımın belirlenmesi bakımından, Anayasa Mahkemesi’nin de yukarıda bahsi geçen 1991 tarihli kararında, aynı miktar cezayı alan iki hükümlüden birinin, sırf suçun türü nedeniyle daha uzun süre ceza çektikten sonra şartla salıverilmesi, cezaların farklı çektirilmesi sonucunu doğurur ve iki mahkûm arasında eşitsizliğe neden olur tespiti yapılması önemlidir. Bu doğrultuda 28 Mayıs 2002 tarihinde Anayasa Mahkemesinin kamuoyunda Rahşan Affı olarak da bilinen cezalarda on yıllık bir indirim öngören infaz düzenlemesini, özel af düzenlemesi olarak nitelendirmesi ve belli suçlar açısından kısmen iptal kararı verdiğinin de altını çizmek gerekir. Dolayısıyla, bu kararlar ayrımcılık yasağına ilişkin genel ilkeler çerçevesinde birlikte değerlendirildiğinde Anayasa Mahkemesi’nin hâlihazırdaki infaz düzenlemesinde tümüyle bir kapsam genişletmesine gitmesi ayrımcılık yasağının temel prensipleri değerlendirildiğinde mümkün değildir. Kaldı ki, tümüyle bir kapsam genişletmesi, suç işleyen kişilerin topluma kazandırılması amacıyla infaz politikaları geliştirilmesi amacına değil, aksine toplumsal barışın bozulmasına ve adalet duygusunun zedelenmesine hizmet eder ve cezasızlığa yol açar. Bununla birlikte, temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasıyla bağlantılı olan suç kategorileri açısından istisnai olarak kısmi bir genişletme söz konusu olabileceği değerlendirilebilir.
İfade özgürlüğünün kullanılması ve infaz düzenlemesinin kapsamı …
Bu konuda, özellikle ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğünü kullanması nedeniyle, örgütlü suçlar ve terörle mücadele mevzuatı kapsamında yargılanan kişiler açısından bir örnekleme yapılabilir. Bu suçlar açısından, her ne kadar Türk Ceza Kanunu [TCK] madde 220/7[3] kapsamında hükümlü olanlar infaz düzenlemesi kapsamına dahil edilmişve uygulamada bu oranların uygulandığı kamuoyuna yansımış olsa da[4], TCK madde 220/7 kapsamında örgüt üyesi olmayan kişiyi örgüt üyesi gibi cezalandırmanın örgüt üyeliğini cezalandıran TCK madde 314 ile birlikte uygulanması[5]yaygın olarak gözlemlenmektedir[6]. Buna ek olarak TCK madde 58/9 uyarınca örgüt üyeliğinin, ayrım yapılmaksızın, mükerrirlere özgü infaz rejimine tabi olduğu[7] dagöz ardı edilmemelidir. Özellikle Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin bu maddede değişiklik yapılmasına ilişkin tavsiyeleri de göz önüne alındığında[8], AİHM’nin İmret/Türkiye [no.2] (no. 57316/10) ve Bakır ve diğerleri/Türkiye (no.46713/10) kararlarında da vurgulandığı üzere kanundan kaynaklan bir hukuki sorun olduğu görülmektedir. Dolayısıyla ifade ve basın özgürlüğünü kullanması nedeniyle gerek Terörle Mücadele Kanunu gerek Türk Ceza Kanunu’nun yardım ve propaganda suçlarından mahkûm olmuş kişiler açsından mevzuatta infazını da kapsayacak biçimde yeni bir kanuni düzenlemeye ihtiyaç bulunmaktadır. Bu noktada “tehlikeli suçlu” kavramının kapsamının ifade ve örgütlenme özgürlüğünün kullanılmasını da kapsar şekilde keyfi ve geniş uygulanmasına neden olan hükümlerden biri olan TCK madde 58/9 açısından da değişiklik yapılması düşünülebilir.
Her ihtimalde, şiddete başvurmamış, şiddete teşvik yöntemlerini kullanmamış ve yalnızca düşünce ve görüş açıklamaları nedeniyle ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğünün kullanması kapsamında verilen mahkûmiyet kararları açısından, düzenleme kapsamına alınması düşünülebilirdi. Bu konuda bir hassasiyet gösterilmesi kanun koyucu açısından ifade özgürlüğünün korunmasına ilişkin pozitif yükümlülükleri kapsamında ayrıca önem arz etmektedir. Dolayısıyla özellikle suçun tipiklik unsurunun değerlendirmesi bakımından başta TCK 220/7. maddesinin uygulamada keyfiliğe açık şekilde kullanılmasından kaynaklanan sorununtek başına pratikte bir faydası olmayacak infaz düzenlemesiyle çözülmeye çalışılmasından ziyade, yeni bir kanun değişikliği üzerinde çalışılması daha isabetli olacaktır.
Yine aynı doğrultuda, kamu yararı güden konularda gazetecilik faaliyetinin yürütülmesinde devletin sağlıklı bir çalışma ortamı sağlaması esastır.Bu bağlamda, özellikle düzenleme kapsamı dışında bırakılan 2937 sayılı MİT Kanunu kapsamındaki suçların, kategori olarak hangi meşru gerekçe ile infaz düzenlemesi kapsamına dahil edilmediği de düzenlemelerin meclis görüşmelerinden ya da gerekçesinden anlaşılamamaktadır. Dolayısıyla bu konunun da gerek soyut norm denetiminde gerek ise bireysel başvurular kapsamında ileri sürülmesi halinde Anayasa Mahkemesi tarafından ayrımcılık yasağı kapsamında ele alınması gerekmektedir. Bir kez daha yinelemek gerekir ki, şiddet içermeyen, sadece görüş ya da düşünce açıklamasından oluşan bir eylem nedeniyle bir suç kategorisinin kapsam dışı bırakılıp, şiddet içeren bir suç kategorisinin kapsama dahil edilerek infaz indirimi öngörülmesi eşitlik ilkesine aykırılık teşkil etmektedir.
Düzenlemenin cezasızlıkla mücadele boyutu…
Bununla birlikte, yeni infaz düzenlemesi kapsamına alınan suç kategorilerinden birine dahil olan (kasten öldürme, işkence, yüzde sabit iz bırakan yaralama gibi) bir suçtan mahkûm olan kişilerin, yürürlük tarihi ileri atıldığından henüz işlemeye başlamamış ve teşekkül etmemiş iyi hale ilişkin bireysel değerlendirme yapacak bir idari denetim kurulunun tehlikelilik konusunda görüşü olmaksızın bu aşamada otomatik olarak salıverildiği gözlemlenmektedir. Bu durum çocuklara yönelik şiddet ve istismar ile toplumsal cinsiyet temelli şiddet başta olmak üzere, toplumda devletin çeşitli konularda yaşam hakkına ve işkence yasağına ilişkin pozitif yükümlülüklerine aykırı olarak cezasızlığa sebebiyet verecek niteliktedir(şiddet faillerinin tedaviye yönelik infaz politikası açısından pozitif yükümlülükler bakımından:BrankoTomasic ve Diğerleri / Hırvatistan, no.46598/06). Türkiye, Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nin (“İstanbul Sözleşmesi”),ülkemiz tarafından imzalandığı zamandan bu yana başta 6284 sayılı Kanunun ihdası olmak üzere Türk Ceza Kanunda da çeşitli düzenlemelere gitmiştir. Devletin İstanbul Sözleşmesinden kaynaklanan önleme ve koruma konusundaki pozitif yükümlülüklerine ilişkin atılan her adım bir kazanımdır ve infaz düzenlemeleri ile getirilen indirimlerle bu kazanımlara zarar verilmemelidir. Özellikle yaralama suçu ve cinsel taciz başta olmak üzere -kısıtlı da olsa- cinsel suçlarla nasıl bir meşru gerekçe güdüldüğü belirsiz biçimde 28/06/2014 tarihi öncesi işlenen suçlar açısından öngörülen indirim Anayasa Mahkemesi tarafından denetime tabi tutulmalıdır. Bu tür düzenlemelerin ileride işlenecek suçlar bakımından da çarpan etkisi yaratma riski göz ardı edilmemelidir. Basına yansıdığı kadarıyla, infaz düzenlemesinden yararlanan kişilerin kimlik bilgilerinin Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ile T.C. İç İşleri Bakanlığı ile paylaşıldığı ve gerekli önleyici tedbirlerin alınması için çalışmalara başlanmıştır. Ancak bu konuda özel bir hassasiyet gösterilmesi, şiddet mağdurlarına bildirimde bulunulmasının temini, koruma ve önleme mekanizmalarının aktif hale getirilmesi ve kamuoyuyla şeffaf şekilde paylaşılarak, otomatik tahliyeden ziyade gerçek anlamda infaz politikası belirlenmesi ve gerekirse genelgeler yoluyla tüm ilgili makamlara ulaştırılması gereklidir. Nitekim Avrupa Konseyi Kadına Karşı Şiddet ve Ev İçi Şiddete Karşı Uzman Eylem Grubu’nun [GREVİO] Türkiye raporunda da kurumlar arası iletişim ve işbirliği eksikliği hâlihazırda bir sorun olarak tespit edilmiştir.
Son olarak,Anayasa Mahkemesi’nin soyut norm denetimine ilişkin kararı ne olursa olsun, İç Tüzüğün 73. maddesi kapsamında yapılacak tedbir taleplerinin ivedilikle karara bağlanmasına öncelik verilmelidir. Cezaevlerinde koronavirüsü nedeniyle sağlığa erişimin ve yaşam hakkının korunmasına ilişkin hassas gruplarla ilgili olarak, suç kategorisi bakımından ayrım gözetilmeksizin, şiddetebaşvurmamış mahpuslar açısından, tedbir kararlarında daha aktif olunması beklenmektedir. Hukuk devletinde yargı denetiminin özellikle ayrımcılık yasağı bakımından özel bir ihtimamla sağlanmasını temin etmek başta kanun koyucu olmak üzere, son tahlilde anayasal düzlemde inceleme yapan temel hak ve özgürlüklerin teminatıkonumundaki Anayasa Mahkemesi’nin de görevidir.
Av. Tuğçe Duygu Köksal (İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Başkanı)
[1]https://resmigazete.gov.tr/eskiler/2020/04/20200415-15.pdf
[2]http://www.kararlaryeni.anayasa.gov.tr/Karar/Content/b3720c5b-0bab-4b2c-9099-3a9328deb455?excludeGerekce=True&wordsOnly=False
[3]TCK madde 220/7: “örgüt içindeki hiyerarşik yapıya dahil olmamakla birlikte, örgüte bilerek ve isteyerek yardım eden kişi, örgüt üyesi olarak cezalandırılır(…).”
[4]http://www.edb.adalet.gov.tr/haberarsiv/2020/html/2020-Infaz-Yasasi-Degisiklikleri-Uygulama-Klavuzu.html
[5] TCK madde 314/2 : “Birinci fıkrada tanımlanan örgüte üye olanlara beş yıldan on yıla kadar hapis cezası verilir.
TCK madde 314/3 : “Suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçuna ilişkin diğer hükümler,bu suç açsısından da aynen uygulanır.”
[6] Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi 1369. Toplantı, 5 Mart 2020 tarihli H46-34 Işıkırık – Türkiye dava grubu kamuya açık gündem notu; Uluslararası Af Örgütü’nün Nedim Şener – Türkiye grubu kararlarına ilişkin Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne sunduğu 19/02/2020 tarihli görüşlerde yer alan örnekler
[7] TCK madde 58/9 : “Mükerrirlere özgü infaz rejiminin ve cezanın infazından sonra denetimli serbestlik tedbirinin, itiyadi suçlu, suçu meslek edinen kişi veya örgüt mensubu suçlu hakkında da uygulanmasına hükmedilir.”
[8]https://search.coe.int/cm/Pages/result_details.aspx?ObjectId=09000016809cc949