Deniz Eylem Pak: Bu hafta toplum sağlığını konuşacağız, konuğumuz Bülent Şık. Toplum sağlığı dedik, önce toplum sağlığının anlamıyla başlayalım isterseniz. Toplum sağlığı nedir, neden bu kadar önemlidir bu şekilde giriş yapalım.
Bülent Şık: Toplum sağlığı ya da halk sağlığı birbirine eş değer kavramlardır. Toplum sağlığı ya da halk sağlığı dediğimizde aslında insan sağlığını tehdit eden her türlü etkenin, unsurun zararsız kılınması; ortadan kaldırılmasını anlamalıyız. Çok genel, özet şekilde söylüyorum. Bu basit bir tanımdır ama çerçevesi çok geniştir. İşin içerisine çevre sağlığı da girer yani çevresel kirleticiler, endüstriyel faaliyetler, işçi sağlığı, işçi güvenliği gibi çok sayıda kavram halk sağlığının içinde düşünülebilir. Çocuk sağlığını korumak için yapılan çok sayıda çalışma önemlidir, halk sağlığı bağlamında düşünülebilir. Sosyoloji, Antropoloji, İktisat gibi çok çeşitli disiplinler de halk sağlığı bağlamında düşünülebilir.
Basit bir tanım vermek gerekirse; geniş ölçekte nüfusun genelinin; gelir, yaş, cinsiyet gibi birtakım parametrelere bağlı kalmadan nüfusun bütününü sağlıklı kılmak için yapılan çalışmaların çabaların bütünü diyebiliriz.
Deniz Eylem Pak: Yakın zamanda dünya sağlık örgütü pandemi ilan etti. Bu pandemi toplum sağlığı açısından ne anlama geliyor?
Bülent Şık: Pandemi dediğimizde bir coğrafi bölgede, bu bir kıta olabilir içerisinde çok sayıda ülkeyi barındırabilir ya da dünya genelinde olabilir, şu an korona salgınında olduğu gibi geniş ölçekte etkili olan ya da küresel etkisi olan bir salgını anlamalıyız.
Genelde mikrobiyolojik salgınları düşünmeliyiz yani bakteri ya da virüs salgını olabilir. Epey uzun süredir Dünya Sağlık Örgütü pandemi olasılığını gündeme getiriyordu. Yıllık hazırladığı raporlarda buna değiniyordu özellikle son 20 yıldır, iklim krizinin de derinleştirdiği sorunlar bağlamında.
Dünyada çeşitli bölgelerde salgın hastalıklar görülebilir özellikle 70’li yıllarda İstanbul’da kolera salgını. Ama pandemi dediğimizde meselenin çok daha büyük ve ciddi olduğunu, çok sayıda ülkeyi, dünya genelindeki insanların çoğunluğunu ya da tamamını ilgilendiren bir hastalık, salgın durumu olduğunu söylemeliyiz.
Deniz Eylem Pak: İklim krizinden söz ettiniz; İklim krizi ile salgın hastalıklar arasındaki ilişki hakkında ne söylemek istersiniz?
Bülent Şık: İklim krizi dediğimizde; belirli bir salınımda giden, koşulların çok keskin bir şekilde değiştiği durumlar anlamalıyız. Sıcaklık rejimlerinin değişmesi olabilir yani bir coğrafi bölgedeki bin yıllardır süregelen sıcaklık ortalamalarının ani sapmalar göstermesi olabilir, yağış rejimlerinin değişmesi olabilir aşırı yağışlar gibi kuraklık vs gibi. Böyle altüst oluş dönemlerinde salgın hastalıkların görülme sıklıkları, geçmişteki tarihteki örneklere baktığımızda, fazlalaşıyor. Bunun çeşitli nedenleri var; örneğin geçtiğimiz yıllarda kenenin yol açtığı hastalığı hatırlayabiliriz. Dünya genelinde çeşitli coğrafi bölgelerdekicanlı türleri yaşadıkları iklimin bozulması ya da ayni değişiklikler gerçekleşmesi nedeniyle yaşamak için başka yerlere gidiyor. Beraberinde de hastalıkları getiriyor. Bu bir bakış açısıdır.
Başka bir görüş; insan biyolojik bir tür olarak yeryüzünün tamamına yayılmış durumda, içine girip yerleşmediğimiz ya da dönüştürmediğimiz çok az habitat kaldı. Ama bu kadar ciddi bir yayılma beraberinde insan sağlığı için tehdit olan unsurlarla karşılaşma ihtimalini yükseltiyor. Korona bağlamında düşünürsek; sıtma gibi, kolera ya da tifo gibi yüzyıllar önce salgınlar yapan hatta uygarlıkları yok eden birtakım hastalıklar aslında insanların avcı-toplayıcı yaşam türünden tarıma geçmeleriyle bağlantılıdır. Örneğin sıtma hastalığının küresel ölçekte yaygınlaşması, insanların tarımsal alan açma çabaları, bu çaba içerisindeyken oradaki ormanları yıkıma uğratmaları ağaç kesmeleriyle çok bağlantılıdır. Avcı toplayıcılık yaşam tarzında sürekli yer değiştirdiğiniz için etkenlerle karşılaşma ihtimaliniz çok az, nüfusunuz az, 50 ila 100 arasında bir topluluk dolaşıyor. Bir salgın durumunda herkes hayatını kaybetse bile salgın başka yere gitmiyor. Ama içerisinde bulunduğumuz şartlar böyle değil. Dünyada muazzam bir küresel ticaret var. İnsan da çok yer değiştiren bir canlı oldu. Seyahat imkanlarının artması ve küresel ticaretin bu kadar derinleşmesi bizim salgın hastalıklara yol açan etkenlerle-bunlar mikrop olabilir, bakteri,virüs olabilir- hem temasımızı artırıyor hem de kısa sürede çok sayıda insanın enfekte olmasına neden oluyor diyebiliriz.
Deniz Eylem Pak: Toplum sağlığı açısından yurttaşlarda güvensizlik söz konusu. Yeterli açıklama yapılmadığından, yapılsa da eksik yapılmasından dolayı şikâyetlerle karşılaşıyoruz. Genel olarak güvenmiyorlar. Özellikle siz bu konuda ne düşünüyorsunuz, malum gerçekleri söyleyenleri de yargılıyorlar.
Bülent Şık: Eğer bir kişi bir konuda doğruluğundan emin olduğunu, toplum yararına olduğunu düşündüğü bir bilgiye sahipse elbette kamuya açıklamalıdır. Benim açımdan çok net. Bu durumu, kamu kurumlarına olan güvensizlik olarak genelleyebiliriz. Bu güvensizliğin sebebi; ortada kamu kalmadı. Kamu derken; toplumun refahını, halkın genel çıkarlarını koruyan birtakım örgütler kalmadı. Sağlık Bakanlığı dediğimiz kurum acaba gerçekten toplum sağlığını düşünüyor mu? Olabilecek en geniş çerçevede soruyorum bunu. Ya da Tarım Bakanlığı dediğimiz kamu kurumu gıdalarda, sularda sorun yaratan çok sayıda toksik kimyasal maddenin bulaşmasını engelleyebiliyor mu? Bu sorunlar dünya genelinde var sadece bize özgü değil. Avrupa Birliği belki de dünya üzerinde kağıt üzerinde en sıkı normlara sahip ülkeler topluluğu ama orada da gıda güvenliği ve halk sağlığı konusunda çok sorun var diyebilirim. Amerika fecaat bir noktadadır. Bunları çok fazla konuşamıyoruz. Medya, hakikati topluma taşıması gereken bir kurum olması gerekirken şu anki asli fonksiyonu gerçeklerin üstünü örtmektir.
Kurumlara olan güvensizlik birden olmadı, on yıllardır süregelen bir yıkımın sonucudur. Bunun adına son 200 yıl kapitalist sistem diyebiliriz. Son 50 yıla damgasını vuran bütün dünya ölçeğinde hemen hemen her ülkede kamu sisteminde tahribata yol açan neoliberal sistem diyebiliriz. En nihayetinde kamuyu alt üst ettiği, hem kurumlarıyla hem de fikri olarak böyle bir gerçek var. Bunun en tipik yansıması halk sağlığı ile ilgili sorunlardadır. Halk sağlığı sadece hekimlik mesleğinin içerdiği bilgiler bütünlüğü dışında sosyoloji, iktisat, nüfus bilim vs çok sayıda bilgi ya da disiplinle temas halindedir. Ama bu kurumları tahrip ettiğimizde, kamuyu tahrip ettiğimizde, bu tahribat bir tercihtir. Genelin çıkarlarını mı koruyacağız yoksa şirketleri mi koruyacağız işte burada basit karşılaştırmalar yapıyorum aslında bu işlerin çok ince noktalarının olduğunun da farkındayım ama son 40-50 yıl içerisinde devlet dediğimiz organizasyon, yapı; kamu sağlığını, çevre sağlığını, genelin çıkarlarını korumaktansa özel organizasyonların, şirketlerin çıkarlarını koruyan her türü çaba ve faaliyetin önünü açmıştır. Devleti son zamanlarda ben moderatör bir şirket gibi görüyorum hatta. Dolayısıyla yurttaşlardaki bu güvensizlik boşa değil. Bu güvensizliği besleyen ve bence beslemekten de öte gerçekle olan temasımızı ortadan kaldıran bir başka yaygın durum var: Hakikat kaybı.
Hakikat kaybından kastım; Halk sağlığı ve çevre sağlığı ile ilgili beslenme ile ilgili, gıda ile ilgili bu kadar muazzam sorun varken çok tekil konuları tartışıyor. Aşı karşıtlığı bunun tipik örneğidir. Ben gıda mühendisiyim, toksik kimyasallar alanında çalıştım uzun yıllarca ve bana en çok gelen sorulardan bir tanesi; aşılardaki alüminyum alzheimera yol açıyormuş, otizme yol açıyormuş doğru mu gibi sorular geliyordu. Bu olayı somutlamak için örnek vereceğim, medyada çıkan uzmanların açıklamalarını dinlediğimde dehşete düşüyorum. Örnek; Bütün bir hayatımız boyunca yaklaşık 15-20 aralığında aşı oluyorsunuz. Doğumdan itibaren yetişkinliğe kadar. Bu aşıların tümünün içindeki alüminyumu toplasanız; bu alüminyum miktarı yaklaşık 3-4 mg civarındadır. Türkiye’nin Marmara bölgesinde, Ergene Havzasında, İstanbul’da sulardaki alümünyum miktarı yani her gün içtiğimiz sudaki alüminyum miktarı, hayatınız boyunca olduğunuz aşılardaki alüminyum miktarının 30 katıdır, kimi yerlerde 300 katıdır. Şimdi alüminyum sularda neden vardır? Endüstriyel faaliyetler bulaştırır, topraktan gelebilir çok sayıda etken vardır. Bu durumda biz aşıyı mı mesele yapmalıyız yoksa oradaki endüstriyel faaliyetinde nasıl önlem alacağımızı mı mesele yapmalıyız. Hakikat kaybı derken buraya da işaret etme gereği duyuyorum.
Dolayısıyla şöyle diyelim; İnsanın iktisadi faaliyeti, toplumun genelini koruma amacını çok az güdüyor. Dünya genelinde yaratılan gelir, nüfusun yüzde 1’inde gelirin yüzde 80’denfazlası toplanıyor. Buralarda çok ağır sorunlar var bunları konuşmadan çevresel ortamlardaki habitat kaybını, diğer biyolojik canlı türlerinin hayatının ortadan tür ölçeğinde silinmesini konuşmadan şu gıda maddesinde şu var eyvah ne yapacağız ya da aşıda alüminyum var demek çok yanlıştır. Sorunların nedenlerini başka yerde aramaktır.
Deniz Eylem Pak: Yurttaşlarımızın bilinçsizliğinden dolayı mı ilgilenmemiz gereken noktalar yerine başka noktalarla ilgileniyoruz?
Bülent Şık: İnsanlara bilinçsiz demek istemem, insanlar durduğu yere bakmalı ben bir bilim insanıyım benim görevim bu topluma bilimsel gerçekleri anlatmaya çabalamaktır benim derdim bu. Ama asla insanlar bilinçsiz demeyi doğru bulmuyorum. Bilgiyi dolaşıma soktuğunuzda ve bu doğruluk değeri yüksek olduğu durumda insanlar buna kulak veriyorlar. Burada sorulması gereken şu; akademi gibi medya gibi bilginin üreticisi ve yayıcısı olan kurumlarda bu kirliliği nasıl engelleyeceğiz? Hakikatleri ortaya koymayan bir akademi var dünya genelinde, ya da çok yetersiz dile getiriyorlar. Hedefleri saptıran, insanların yanlış kanaatler edinmesine neden olan, hakikatlerin konuşulmasına engel olan bir medya düzeni var. Asıl elimizde somut göstergeler durumlar varken bilinçsiz yurttaşlar dememiz çok doğru olmaz. Önce görevini layığıyla yerine getirmeyen, kurumsal yapı organizasyonlara sorumluluklarını hatırlatalım.
Deniz Eylem Pak: Sağlık hakkı anayasa tarafından da devlete yükümlülükler atfediyor. Kurumların ve hükümetin yapması gerekenlerden birisi de yurttaşların farkındalığını arttırmaktır. Hükümetlerin ve kurumların toplum sağlığı ile ilgili yapabilecekleri nelerdir?
Bülent Şık: Bilinçlendirme, insanları eğitme, topluma beceriler kazandırma bunlar elbette çeşitli kamu kurumlarının görevi. Ama uygulayıcı kurumlar var, toplum sağlığını, kamu refahını korumak için asli fonksiyonları olan yani bir iş bir eylem yapmaları gereken kurumlar var. Örneğin Tarım Bakanlığı, gıdalarda bulunan binlerce toksik kimyasal maddenin gıdalara bulaşmasını engellemekte sorumludur. Türkiye’ye ithal edilen milyonlarda gıda maddesinde insan sağlığına zarar veren unsurların tespitinden ve zararlı içeriğe sahip olan gıdaların piyasaya sokulmamasından sorumludur. Ve bu çok sayıda personelle, teknik altyapıyla, ülke geneline yayılmış yaygın bir kurumsal yapıyla mümkün olur. Sağlık Bakanlığı ile ilgili konuşursak; bir örnek verebiliriz, yer altı ve yerüstü bütün su varlıklarımızdaki kimyasal ve mikrobiyolojik izlemeleri yapmaktan, kontrolleri yapmaktan bir numaralı sorumludur. Bunu yaparken çeşitli laboratuar faaliyetli, kurum içerisindeki yapılar vs vasıtası ile sorumluluğu yerine getirmeli.
Kağıt üzerinde anayasal haklarımız var sağlıklı bir yaşam hakkı gibi. Yasaların, kurumlara yüklediği sorumluluklar var. Son 20 yıllık durumu gözden geçirdiğimizde; kamu kurumlarının sorumluluklarını yerine getirmesinde muazzam bir gerileme var. Ama yurttaşlara bireysel sorumluluğun yüklenmesinde de muazzam bir artış var. Olay şuna döndü; sağlıklı beslenemiyorsan sorumlusu sensin, obez isen sorumlusu sensin. Böyle bir anlayış olabilir mi? Medya, akademi sabahtan akşama kadar ne yiyip ne yememiz gerektiğini söylüyor. Bunlar konuşmamız gereken asli meselelerin üstünü örten yaklaşımlardır. Konuştuğumuz halk sağlığı sorunlarının bir parçası olan yaklaşımlardır. Özür dileyerek söylüyorum; bu programlarda sergilenenlerin şarlatanlıktan, üfürükçülükten çok az farkı var. Bu sorunları çözmek zorundayız. Bunun bir tek yolu yok ama en önemli yollardan birisi; son 40-50 yıl içerisinde tahrip edilen sistem var. Çok sayıda kamu kurumu kapatıldı, özelleştirildi, ortadan kaldırıldı, kamusal alana müdahale etme imkânımız ortadan kaldırıldı ve şimdi biz dönüp çıplak bir gerçekle yüz yüzeyiz. Hayatımıza kast eden, tehdit eden birçok sorunla birey olarak baş başayız ve sistem bize ‘bireysel olarak kendin çöz’ diyor. Paran varsa çözersine geliyor iş. Hak dediğimiz her şey satın alınan bir metaya dönüştü. Buradan bir dönüş yapmak durumundayız bu böyle yürümez. Dolayısıyla akademik kurumlara, akademik insanlara, bu işin içinde olan kurumlara kişilere çok büyük rol düşüyor. Toplumun geneli bu sorunların farkında olmayabilir çok da mümkündür yanlış kanaatlerde olabilir ama biz de bunun için mücadele edeceğiz. Gerçeklere, doğrulara elimizden geldiğince işaret edeceğiz, bunları anlatmaktan vazgeçmeyeceğiz.
Deniz Eylem Pak: Korona virüs sayesinde şunu da gördük sadece sağlık politikalarına yönelik eleştiri yapmamız eksik kalıyor. Devletin yetkisi altındaki tüm kurumların küresel bir felaketle nasıl başa çıkamadığına da tanık oluyoruz. Devletin çatısı altındaki tüm kurumların birlikte çalışması gerekiyor, bu söylediğinize de ek yapmak istedim.
Bülent Şık: Haklısınız, şöyle bir durumdayız; hayatın her alanı o kadar piyasa dediğimiz o geniş ölçekli sisteme dâhil edil ki mesela müşterek varlıklarımızın esamisi okunmuyor artık. Müşterek varlıklarımız; kimsenin sahibi olmadığı, herkesin kullanımına ortak olan, ortak varlıklarımız. Meralar, ormanlar, yer altı ve yer üstü kaynaklar ve pek çok şey. Meraları imara açıyorsunuz, su varlıklarını özelleştiriyorsunuz, birileri geliyor sizin ormanlarınızda akan suya tesis koyup oradaki suları plastik şişeye koyup size satıyor. Buna kim izin veriyor? Tek bir olaya kilitlenerek dahi aslında sistemin ne kadar açmazlarla dolu olduğunu görmek mümkün.
Bu tip büyük salgınlarla çok daha fazla karşı karşıya geleceğiz. Dünya Sağlık Örgütü 20 yıldır pandemiyle karşılaşılacağını söyler. Bu altüst oluş dönemlerinde, iklim krizi bağlamında söylüyorum; bizim çok güçlü kamu yapısına ihtiyacımız var. Yani kamusal hayatı, kamu fikrini, genel refahı ilgilendiren sorunlara önlem alacak kamu kurumlarına ihtiyacımız var. Geçtiğimiz 50 yıllık neoliberal dalga bu kurumları mahvetmiş olabilir fakat biz yeniden kuracağız başka türlü bu zorlukların üzerinden gelmemiz imkânsız.
Aslında bir salgınla mücadele etmenin ne kadar zor olduğunu görüyoruz, yaşıyoruz. Hepimiz bir virüsün yol açacağı hastalıkla karşı karşıyayız ama hepimiz aynı koşullara sahip değiliz. Bu hastalık, toplumun kırılgan kesimlerinde, hastalık karşısında güçsüz olan kesimlerinde ağır sorunlara yol açacak. O kesimler; 60 yaş üstünde çok ağır seyir ediyor, yoksul, sağlık hizmetlerine erişimi güç olan insanlarda bu hastalık ağır seyir edecektir. Cezaevlerindeki insanların bağışıklık sistemi toplumun diğer bireylerine kıyasla daha düşüktür. Mültecilere yönelik çok ciddi bir nefret dalgası var, onlar da etkilenecektir. Bakın bir salgın bizi nasıl evlerimize hapsetti, hareketliliğimizi kısıtladı, savaş gibi çok daha büyük altüst oluşların bu insanların hayatındaki tahribatı göz ardı etmeyelim. Mülteciler de dikkatle izlenmesi gereken, desteğin sağlanması gereken kırılgan gruplardandır.
Hepimiz pandemi ile karşı karşıyayız ama hepimiz bundan aynı şekilde etkilenmeyeceğiz. Dolayısıyla bizim çıkarabileceğimiz en kritik ders; Toplumsal hayatta birbirimize bağlıyız. Benim kendimi korumam, başkasını korumak anlamına geliyor. Gereken önlemleri alırsam, kalabalık ortamlara girmezsem, kişisel temizliğime dikkat edersem kendimi korumuş olurum ancak aynı zamanda sizi de korumuş oluyorum. Dolayısıyla bu hastalık bize toplumsal hayatın ne kadar kırılgan olduğunu gösterdiği gibi, aslında birbirimizle bağlar kurmaya, birbirimizle dayanışma içerisinde olmanın da ne kadar kıymetli olduğunu gösterdi.
Vaktimiz kalırsa belki iktisadi şeyleri konuşmak isterim; iktisatçı değilim ama genel olarak şunu söylemek isterim; dünya genelindeki mevcut ekonomik kriz hali, 2008’deki krizde trilyonlarca dolar basıldı ve sisteme aktarıldı ama sistem dediğimiz yurttaşlar değil zor durumda olan şirketler kurtarıldı. Demek ki bu kadar çok para şirketlere aktarılabiliyorsa, bu para yaptıran devletler, siyasal hükümetler aynı şeyi kamusal sağlık, çevre sağlığı konusunda da rahatlıkla yapabilir ama yapmadı, yapmıyor. Bizim sorunları birbirine bağlamamıza ihtiyaç var. Toplumsal hayatta birbirimizle bağ içerisindeyiz. Bireysel bir izolasyon, bireysel bir kurtuluş değildir. Bunun farkında varalım Sadece kendi hayatlarımızın refahı için değil, başka insanların yaşadıkları çözüm için de kafa yormak gerekir. Bu politika yaparak mümkün olacaktır. Politika derken; mevcut siyasi partilerin içerisine girip de siyaset yapma tarzında kaba tanımı kastetmiyorum. Politika yapmak; kendi durduğumuz yer neresi ise, hangi işi yapıyorsak, çevremizdeki sorunlara müdahale olmaktır. Böyle anlıyorum politikayı. Bunu yapmazsak; devlete, kamu kurumlarına, hükümete viraj aldırmak zorundayız geriye doğru bir dönüş yapmak zorundayız kamusal hayata soluk vermek önemli. Bunu yapmazsak sorunlar o kadar ağırlaşacak ki korona virüsü, yaşayacağımız çok daha büyük ve ağır sorunların hafif göstergesi olarak anlaşılsın. Bu soruna çare bulunduğunda sanmayalım ki her şey pür, pak devam edecek. Sadece kendimiz için değil başkaları için de mücadele etmeliyiz. Bu başkaları kimdir? Yoksullar, güvencesiz insanlardır, her gün iş kazasında hayatını kaybeden insanlardır.
Bir örnek: Sağlıklı beslenmek mümkün müdür diye soru geliyor bana. Elbette mümkündür. Sağlıklı çevrede yaşamak mümkündür. Ancak bunun yolu ‘benim cebimde param var, ben A gıdasını değil de B gıdasını alırım’ değildir bu yanlıştır, hedef saptırmadır. Gıda ve beslenme ile ilgili sorunların çözümü çevre sağlığının iyileştirilmesinde yatıyor. Çevre sağlığını düzeltemediğimizde; insanın doğa ile ilgili yıkıcı ilişkisini tersine çevirmediğimiz sürece herhangi bir insanın geliri ne olursa olsun sağlıklı yaşaması mümkün değildir. Hükümet, muhalif konumlanan partilerin de gıda gibi, insan sağlığı gibi, iklim krizi gibi tarihi görülen ikincil görülen hususları gündelik politikanın merkezine oturtması gerekiyor. Bunlar hayatımızın içerisinde. Kutuplarda eriyen buzulların yarattığı sorun, oturduğumuz masadaki tabağın içerisinde.
Deniz Eylem Pak: Gıda ve İlaç sektörü de bu salgından etkilendi. Özellikle tekelleşen bu iki sektörde sistemin sıkıntıları neler?
Bülent Şık:2 yıl önce Türkiye’deki 26 şeker fabrikalarının tamamı özelleştirildi. Bunların kaçı şu an faaliyette? Çoğu faaliyetten çekildi, işçiler uzaklaştırıldı vs. Ama bir yandan da toplumda aşırı şeker tüketimine bağlı çok ciddi bir obezite salgını var. Türkiye’de her 7 çocuktan 1’inde obezite sorunu var. Bir yandan meseleleri birbirine bağlamak, bir yandan ne yapacağız demek gerekiyor. Gıda, çevre, insan sağlığı, tarım, günümüz sorunlara çözüm getirmek için çaba gösteren irili ufaklı tüm yapılar için söylüyorum; bu yapıların yaptığı her türlü çabanın kritik bir önem taşıdığına inanıyorum. Biz tekrardan kamu fikrini inşa edeceğiz. Kastım şu; tarım bakanlığının fonksiyonlarını nasıl düzenleyelim ki sağlıklı gıda üretimi mümkün olsun. Sağlık Bakanlığı çeşmeden içilebilir su teminini nasıl sağlayacak? Bundan 20 yıl önce çeşmeden su içiyorduk, ne oldu da güvensiz hale geldik? Bunların hepsi yerel yönetimleri de yakından ilgilendiren meseleler. Yerel yönetimler, bu politik sorunlara nasıl müdahil olacaktı? Öyle yasalar çıkarılmış ki bu sorumluluklar eksiltilmiş, törpülenmiş ama olsun fiili durumlar yaratmak gerekiyor. Hukukun uygulayıcısı olan devlet; insan sağlığını, çevre sağlığını, geniş ölçekte toplum sağlığını korumak ya da kamu refahını korumak için yapması gereken yükümlülükleri yerine getirmek için ne yaptı? Bu görevleri bütünüyle umursamaz hale geldiğinde biz yurttaşlar olarak ne yapacağız? Bence en kritik soru bu. Biz politika yapmaktan vazgeçemeyiz. Kamu refahını, genelin çıkarını düşünen, genelin sorunlarına çözümler üreten politikalardan vazgeçmemiz gerekiyor.
Korona salgını aslında bu konuştuğumuz pek çok şey için örnek sergiliyor. Türkiye’de son 10 yıldır şehir hastaneleri denilen garabet var. Küçük, mahalli ölçekte organize olmuş semt hastaneleri mi önemli yoksa AVM mantığıyla kurulmuş şehir hastaneleri mi daha iyi diye tartışmalar çıktı. Sadece korona salgını bile, devasa hastanelerin aslında nasıl bulaşma kaynağında olacağını söyledi. Bunlar sürekli söylendi meslek örgütleri tarafından. Yine, yapılması gereken ne ise onu söylemek durumundayız. Bu sorunları, yerelde örgütlenmiş küçük, müdahale imkânı yüksek, kamu vasıtasıyla çözebileceksek o kurumların altını nasıl doldurabileceğimizi düşünmemiz lazım.