21 Mart 2020 günü, maalesef Newroz’u kutlamak için değil; evde ekmek bittiği için sokağa çıktım.
Hedefim Meydan’ın kıyısında, sahibi tatsız; ama ismi güzel, ekmeği güzel pastane…
Yokuşu tırmanmaya henüz yeni başladım ki; sancak tarafında bir Çinli belirmez mi? Evden çıkar çıkmaz bir Çinli ile karşılaştığıma mı yanayım, adamın üstünde bir de askeri kamuflaj desenli bir parka olmasına mı kaygılanayım derken, yola geniş bir açı ile devam edeyim dedim, malum mesafeyi koruyacağız…
Ben adamın uzağından uzağından yokuşu tırmanmaya çalışırken, yokuşun en müşkül yerinde derin bir soluk almamla adamın içtiği sigaranın dumanını ciğerimde, sigarasının rayihasını genzimde bulmama ne dersiniz?
Az daha yukarı çıktım; henüz daha, biraz dahi sakinleşmemişken, bir de ne göreyim: üç Çinli!
Şaka değil, yalan değil; yolumun üstünde üç tane Çinli, muntazam takılmış maskeleri ile bir arabanın bagajına bakıyor. Hararetli hararetli bir meseleyi tartışıyorlar.
Ağzım açık halde bir süre bu münazarayı izlemişim.
Neden sonra kendime geldim, yola çıkmışım bir kere. Gerçeküstü gibi gözükse dahi; bundan bir dört yüzyıl evvel olsa, hızlıca ilahi bir mesele dönüşecek bu zorluklar beni yıldıramaz! O ekmek alınacak…!
Neyse, yokuşu bitiriyorum. Köşedeki otobüs durağında insanlar otobüs bekliyor. Meydanın köşesindeki evsiz, salgına karşı önlem olarak açıklanan gayrimenkul alımına ilişkin kolaylıklardan habersiz; hala daha orada…
Pastaneye varıyorum, sağ olsun bir çalışan kapıyı açıyor ve ben elimi kapıya dahi sürmeden içeri süzülüyorum. Birinci adım, ikinci adım… Üçüncüyü atamamışım, donup kalıyorum: içeride Çinli bir kafile!
Elbiselerini dirseklerine kadar sıvamış kadınlar, en neşeli bir Çince ile ellerini yıkamak üzere yukarı kattaki lavaboya koşuyorlar; adamlar ise galiba yukarıdan yeni inmiş önlerindeki menüye bakıyor.
Çalışan bir arkadaşın “abi buyur” demesi ile kendime geliyorum, “bana bir ekmek” diyebiliyorum sadece. Ekmeği veren çalışanın aynı eldivenle parayı da alıp vermesine itiraz ediyorum falan; ama esasen açık havaya geri dönmek dışında pek de önemsediğim bir şey yok.
Dönüş yolunda aynı Çinlileri, maskeleri milim yerinden kıpırdamamış, aynı arabanın başında, aynı hararetle, aynı münazaraya devam ederken görüyor; ancak hiç oralı olmayıp, bir an önce evime varmak için adımlarımı sıklaştırıyorum.
Anahtarı çevirip eve girdiğimde malum temizlik seansı başlıyor, ekmekleri de evin güneş gören bir yerinde bir kaç saat beklettikten sonra sakinleşebiliyorum.
Evimdeyim, olabildiğince güvendeyim.
Peki, artık hiçbir çuvala sığmayacak bir zulüm ile kapatıldıkları yerlerde, zorla tutulan insanlarımız?
Mahpusluklarının hukuki değil, politik gerekçelerle sürdüğüne dair artık hiçbir kuşku bulunmayan gazetecileri, avukatları, siyasetçileri; salgın günlerinde dahi salıvermeme konusunda kararlı bir siyasi iktidar…
Salgın günlerinde dahi zalim zulmünden milim geri basmıyorsa bize düşen de belli değil midir?