Hukuka dair tartışmanın, normatif olduğu oranda olgusal olduğu ve post-truth günlerinde olguların yorumuna ilişkin eleştirel tutumun, normatif bir külliyatı bilimler yardımıyla “yerleştirmek”ten fazla anlam taşıdığı açıktır. Öyleyse hukuk fakültesine başlayanlara belki de her şeyden önce zamanın değişmekte olduğu ve olağanüstü günlerin de baki kalmayacağı hakikatini açmak gerekir.
Leonard Cohen, 1992’de çıkardığı The Future adlı albümün final şarkısında kadehini “gençlere söylenemeyecek kadar feci bir hakikat” e kaldırıyordu, vardır böyle bir kategori. Ondan beş sene sonra hukuk tarihçisi Harold Berman, verdiği bir röportajda, hukukun yapısal bütünlüğü ve süreğenliği gibi kurucu bazı inançların hızla yok olduğunu, batı hukuk geleneğinin tarihsel zemininin aşındığını ve geleneğin kendisinin de yıkılmak üzere olduğunu söylemişti. Bu da doğruydu, zira doksanlı yıllar itibariyle post-modern bilinç özneyi çoktan parçalamış, büyük anlatıları yerle yeksan etmiş; merkezsiz toplum, sınırsız sistemler varsayımını “egemen” paradigma haline getirmiş gibi görünüyordu. Ancak bu bakış açısıyla hesap edilmeyen, bir “büyük anlatı” olarak tarihsel materyalizmin ve temel mantığın aynı anda aynı yöne işaret edebilecekleriydi.
Postmodern hakimiyetin kırılışı
XX. yüzyılın NATO’nun Sırbistan’ı bombalamasıyla sonlanması öngörülebilirdi belki ama XXI. yüzyılın İkiz Kuleler saldırısıyla açılacağı pek de öyle değildi. Bu, Naomi Klein’in deyimiyle ilk Körfez Savaşından beri hakim olan “kayıpsız savaş” paradigmasının çöküşüydü ve – sonradan anladık ki- postmodern hakimiyetin kırılması anlamına da geliyordu. Bugünden baktığımızda izleri apaçık okunabilir bir kırılma. Elinizdeki yazıda, 11 Eylül’den sonra kemikleşen “öteki” algısının hukuka sirayeti üzerinde uzun uzadıya durulmayacak. Bizi buraya sevkeden, içinde bulunduğumuz çöküntü zeminini hazırlayan adımları hatırlamanın hukuk fakültelerinin sıralarını dolduranlarla ilişkimizi irdelemek için bir dayanak noktası oluşturduğu düşüncesidir. (Bu günlerde düşünecek vakitten bol bir şeyimiz olmadığı malumunuzdur.)
Hukuk kişisinden “çıplak hayat”a
Tarih, 1970’lerden 90’lara kadar batı aklını fragmantasyonla çalkalarken, bu aklın ürünü hukukun yerleşik geleneğini ise öznenin yitimi, merkezsizleşme ve deregulasyonla test ediyordu. 2001’le başlayan yeni süreç ise çok gerilerde kaldığını düşündüğümüz bir kavramı, “Olağanüstü Hal”i geri getirdi. Çünkü hukukun temel işlevi olarak istikrarını sağlayacağı normatif beklentilerimiz ne Guantanamo’yu anlamlandırabilirdi ne de birkaç yıl önce bir Anayasa yapmaya soyunmuş Avrupa’nın göbeğinde tartışılan düşman ceza hukukunu. Olgusal zemindeki bu çalkantı, postmodern durumda çözülmüş olan özneyi, artık hukuk kişisi olmaktan da çıkararak “çıplak hayat”ın kapısına bıraktı. Bu tablodan bizim nasibimize ise üzerinde yaşadığımız topraklara özgü çarpıklılıklarla donatılmış bir despotluk rejimi ve hızla “kütleleşmiş” bir toplum kaldı. Üstyapısal bütün sistemlerdeki eş zamanlı bu arızayı belki başka bir yazıda tahlil etmek mümkün; şimdilik kaydıyla şunu sorabiliriz:
Savaş halinde jus cogens’i dahi tanımayan bir dünyada hukukçu, hukuk aklıyla ne yapabilir? Hele yasama erki by-pass edilen, Anayasası işlemeyen ve mahkeme kararları uygulanmayan topraklarda?
Sanılanın aksine retorik bir soru değil bu. Normlarla olgulardan hükümler meydana getiren mesleğimizin itibarını büyük oranda kaybettiğinin somut göstergeleri var. İçinden geçtiğimiz istisnai zamanlar, hukukun düzen sağlama işlevini tahrip ettiği kadar (“esas teşkilat”ın durumunu düşünün) uyuşmazlıkları çözme işlevine de zarar veriyor. Eğer yargılama, Yargıç Holmes’ün tespit ettiği üzere bir tahmin oyunuysa, olağanüstü koşullarda , mahkeme kararlarını hukuk kurallarınca tahmin etme sanatı epey zordadır.
Durum buyken fakülteler ne yapıyor peki?
Hukuk alanı boşa düşse de işgücüne ihtiyaç sürdüğü için, Bologna sürecinin mekanikleştirdiği öğretim alanında işlev görüyor, yani mevzuat eğitimine devam ediyorlar. Sosyoloji, antropoloji ve tarih gibi hukuk bilimleri de fakültenin (piyasa/Bologna diliyle) “kalite” si ve eğilimi ölçüsünde anlatılıyor. Kamu hukuku alanında (yine fakültenin “kalite”si ile koşutlu olarak) meşrebe göre bir eleştirellik dozu da tutturuluyor- aksi mümkün mü? Velhasıl herkes kendi sorumlu olduğu bantta üretime devam ediyor gibi görünüyor. Fakat olağanüstü haldeki bu olağan işleyiş “vicdanlı” yurttaşlarımızın gözüne batıyor olsa gerek ki, “hukukçular nerede?!” “Bu fakültelerde ne öğretiliyor?!” çığlıkları duyuyoruz ara sıra. Oysa tam da burada tarihsel materyalizmin amentüsünü hatırlamak gerekir: “hukukun kendine ait bir tarihi yoktur.” Bu tutulma haline hukuk sistemi yol açmadığı gibi, aynı hali onarabilecek olan da sistemin kendisi değildir. Hatta toplumsal işleyiş şemasını baş aşağı çevirmeyeceksek hukukun sular durulana kadar “kurucu” bir vasfı olmayacağı da öngörülebilir. Hukukçular, ancak “bu tufandan sonra”, bina yeniden yapıldığında, Kirchmann’ın tasviri uyarınca, binaya doluşarak onu resimlerle donatacaklardır.
Hukukun etkisi bugünle değil, tarihle sınanır
Fakat böyle bir tespit hukuku hafifsemek değil midir? Hayır. Gerçek potansiyel, ancak sınırlar idrak edildiğinde anlaşılabilir. Bu tuhaf günlerdeki atıl konumu bizi yanıltmamalı; hukuk aynı zamanda bir mücadele aracıdır ve etkisi, bugünle değil tarihle sınanır. Sadece bu mücadelenin salt hukuki olamayacağını akılda tutmak gerekir, üstelik her halükarda kazanımlar kendini uzun erimde gösterecektir. Ve başlangıç noktası -hakkın mistik niteliği ve burjuva hukuku konulu hayati tartışma pratik hayrına bir kenara bırakılarak- bir “kütle”ye dönüşmüş bu toplumda “hukuk kişisi” kurgusunda ısrar etmektir. Kişi ise temel hakları ve -insan izole bir ada olmadığı için- sosyal haklarla donatık bir kurgu olduğundan, hak mücadelesi doğalında zarurileşir ve kendini dayatır. Önerilen bu hat vasıtasıyla sınıfsal olduğu kadar bireysel özneleşme süreci de desteklenir, uzun vadede üstyapıdaki tehlikeli çöküş yavaşlatılabilir.
Hukukçuların eğitimi salt hukuk eğitimine ilişkin değildir
Peki, bütün bunların birinci sınıfa başlamış öğrencilere ne öğretileceği ile ne ilgisi var? Anlatma-öğretme kavramlarının kullanımına “öğre/ş/me” fiili lehine yeniden bir şerh düşerek hukukun bu tartışılan faydasını bu serimlenen konjonktür içinde kazanmak için eğitimin henüz başlangıcında oluşturulacak bir perspektiften söz etmek istiyorum. Bahis, hukukçuların eğitiminin salt hukuk eğitimine ilişkin olmadığı ön kabulünden yola çıkarak değerlendirilecek kısmına ilişkin olduğundan, “hukuk eğitimi nasıl olmalı” yollu mutedil yahut radikal bir öneriler zincirine yol açmayacak. Aksine, asıl murat edilen, hukuk eğitiminin en ideal biçimde verildiği durumda eşyanın tabiatı gereği üreteceği “güven” den azade bir duruşu işaretlemektir.
İşe hukuk fakültesine yeni gelen öğrencilere ezeli ve ebedi hikâyeyi anlatmaktan vazgeçmekle başlanabilir. Tarihin nasıl yapıldığını hukukun anlattığı hikâye dâhilinde değil somut mücadelelerin neden ve sonuçları ile resmetmek, hukukçu idealizmine bir çelme atacaktır belki ama en azından kitaplarda yazılanların, mahkemelerde söylenenlerin değişebilir ve yanlışlanabilir olduğunu da gösterecektir. Bunun ise “bilimsellik” geniş bir iddia olsa dahi hukuk “akt”örü bilincinin hanesine yazılması mümkündür.
“Nasıl?” değil “neden?”
İkinci mesele, hukuku bir normlar “bütün”ü olarak tasvir etmemektedir. Zira hem normlar hareket ederler (yani bir yapı oluşturmazlar) hem de böylesi bir yaklaşım, öğrencide “olağanüstü”nün norma ilişkin bir mesele olduğuna ilişkin yanlış bilincin oluşumunu destekler. Hukukun içeriğinin nasıl programlandığını değil neden öyle programlandığını sormak belki zaman kaybettirir ama hukukun öngörülebilirlik iddiasını başka türlü tartışmak, olağanüstü dönemlerde hukuk zeminini başka türlü tutmak imkânı yok gibidir.
Öte yandan, hukuk eğitiminin öğrenciye entelektüel donanım sağlaması da önemlidir elbette ama temel eğitime ilişkin ciddi sorunlarımızın olduğunu, matematiğin ispatlarla öğretilmediği bir öğrenciye okuma yüklemenin onu kitap taşıyan bir merkebe döndürebileceğini de akılda tutmak iyi olur. Bilginin dönüştürme gücü yok ise anlamlı olmadığına dair ön kabulden kaynaklanan bir tercih yükü arttırmak yerine taşıma yetisini geliştirerek öğrenciyi istek ve eğilimleri doğrultusunda kendi okumalarını bulabileceği bir noktaya itmek anlamını taşır. Bu ise, özne yaratmanın başka bir basamağı sayılabilir. Kaldı ki, yukarıda değinildiği üzere, sistemi dönüştürecek hak kategorilerini mücadelede hayata geçirmek, söz gelimi eğitim hakkı mücadelesi veren bir hukukçunun temelini atmak, hukukçunun eğitiminin de dâhil olduğu eğitim sorunlarına daha doğrudan bir müdahaledir.
Her karşıcı müdahale, tarih yazmaktır
Netice olarak, hukuk birinci sınıf öğrencilerine ne anlatırsak anlatalım, hayatın başlarına gelen bir şey olmadığını, her alana müdahalenin mümkün olduğunu; nesnel hukuk uygulayıcısı diye bir kategorinin bulunmadığını, her “aynıyla” uygulamanın statükoya hizmet, her karşıcı müdahalenin tarih yazmak olduğunu göstermek gerekir. Hukuka dair tartışmanın, normatif olduğu oranda olgusal olduğu ve post-truth günlerinde olguların yorumuna ilişkin eleştirel tutumun, normatif bir külliyatı bilimler yardımıyla “yerleştirmek”ten fazla anlam taşıdığı açıktır. Öyleyse hukuk fakültesine başlayanlara belki de her şeyden önce zamanın değişmekte olduğu ve olağanüstü günlerin de baki kalmayacağı hakikatini açmak gerekir.
Upuzun bir girizgâhla beraber gelen bu tespit yerine hukuk fakültelerinin kapısına 11. Tez’in asılması da önerilebilirdi elbette.