Eğitimin kendi başına özerk bir kurum olduğuna ilişkin öne sürülen işlevselci meritokratik tez, eğitim alanında akademik başarının genelde öğrencinin kendi pedagojik çabasının bir sonucu olduğunu söylerken tümüyle bireyci felsefenin egemenliği altında iş görür. Bu felsefeye göre okulda verilen eğitim, her türlü ideoloji ve siyasetten bağımsız olarak, öğrencinin kendi bireysel insiyatifini akademik anlamda değerlendirerek okul ile toplum arasındaki dengeyi demokrasi açısından kurar. Zira önce ulus-devletin, sonra da küreselleşmeci siyasi yapının değer yargılarından arındırılarak nesnel/ pozitif açıdan standartlaştırılmış ve paketlenmiş bilgi, değer ve beceriler, öğrencinin okuldaki bireysel çabası sonucu toplumun daha ileriye gitmesinde güya kaldıraç rolü oynar. Öyle olunca da zaten eğitim-kalkınma arasındaki makro ilişkinin bireysel düzeydeki izdüşümü bütün yükü öğrencinin bir “teklik” olarak bireysel performansına indirger.
“İyi Eğitim”, “Kaliteli Eğitim” ve “Para”
“Öğrenci merkezli eğitim”in dünyada bunca alıcı bulmasının bir nedeni de, öğrenci-bireyi sistemin bireyci felsefesi doğrultusunda ihya etmek değil, onu sistemin nesnesi konumuna indirgemektir. Onca yaratıcılık edebiyatına rağmen, öğrenci-bireyin okulda ve eğitimde yapacaklarının sınırları, kısıtları ve potansiyellerini belirleyen yapısal güçlerin-politik akla göre çalışır bunlar-çizdikleri eğitim imajını var eden sahte yanılgılarla (eğitim hayat kurtarır gibi) anne babalar, eğitimin özneleri (karar alıcı vb.) değil, nesnesi konumuna indirgenirler. Öyle olunca da, “iyi eğitim” ile “kaliteli eğitim” arasında kurulan özdeşlikte başrolü kapan “para”, bütün eğitsel etkinliklerin asıl akılcı aracı/amacı haline getirilir. Geçmişte mahallesindeki okula giden çocuğun harcamaları küçük bir kalem tutarken, bugün devasa bütçeler ailenin boyunu aşabilmektedir. Bunun anlamı, eğitimin pahalı bir meta haline getirilerek piyasalara konu edilmesi, kar-zarar hesabına uğratılması, “İnsan Sermayesi” kuramı çerçevesinde insan için iyi bir sermaye yatırımı olarak görülmesidir.
Bugün eğitim, üretimden ziyade ve öncelikle tüketimin konusudur; paralı hizmetin tüketilmesi anlamında elbette. Modern eğitim sistemlerinin kurulduğu ulus-devletlerin ortaya çıkış dönemlerinde bilhassa “parasız”, “demokratik” ve kitlesel” olarak tarif edilen “ulusal eğitim”in yerini bugün “küresel eğitim” almış durumda. Geçmişte naif unsurların (yerlilik-otantisite, yerellik, kadim bilgelik vb.) dışlanmasıyla kurulan modern eğitim sistemlerinde okul avlusu bütün dezavantajları (cinsiyet, yoksulluk, ayrımcılığa uğramışlık, engellilik vb.) içine alıp temsil edecek denli geniş ve zengindi ve fakat bugün eğitimin hemen her kademesinde mutlak bir bölünme-parçalanma söz konusu: Sınıfsal, etnik, yerlilik-göçmenlik, kimlik, cinsiyet gibi birçok faktöre göre ayrışan okul, müfredat, öğretmen, eğitim materyali, ritüel vb hep kendi piyasasına göre alıcı bulan bir duruma sokuldu. Liberal dönemlerde eğitim-özgürlük arasında kurulan ilişki bugün eğitim-tüketim arasında yeniden oluşturulmaktadır. Okul eğitimi (schooling) ile ulaşılmaya çalışılan evrensel değerler (insanlık, eşitlik, adalet vb.) bugün yerini büyük ölçüde piyasadaki şirketlerin taleplerine (hemen yenilenebilen beceriler bağlamında esneklik ve yaşam boyu öğrenme gibi) bırakırken biz, okula “birey” olalım diye değil, “başarılı, ünlü, zengin” olmak için gidiyoruz.
“Tüketme” eğitimi
Bütün bu olan bitende, yani eğitim kurumu ve okul örgütünün toplumsal hizmet ve halkın çıkarını yansıtmaktan ziyade küresel şirketlerin taleplerine göre biçim ve içerik değiştirmesinde politik aklın rolü nedir? Öncelikle, eğitimin özerk, buyurgan ve serbest bir kurum olmadığından hareket edilmeli. Okul toplum içinde kendi halinde bir minyatür değildir. Emeğin ve bilginin yeniden üretiminde sınıfsal taleplere göre iş gören eğitim kurumu elbette zaman zaman “göreli özerkliğe” sahip olabilir; politik aklın (devletin) aracından, onu dönüştürecek araç rolüne sıçrayabilir. Bu bilinç kaymasında başrolde yer alan akademisyen, entelektüel ve aydınlar, okul eğitimini halkın çıkarlarına yaklaştırmak için eğitimi toplumsallaştırmaya çalışırken piyasalar da bireycileştirmeye çalışırlar. Güya sınıflar arası denge (hakemlik) rolünde oynayan politik akılın, piyasa savunuculuğuna soyunurken geliştirdiği rasyonalite (bu öncelikle verimlilik ve kalkınma üzerine kurulur) onun son derece pozitivist davrandığını ileri sürer. Yani olgu ve olaylar, bu rasyonaliteye göre, eğitimin modernleştirilmesini gerektirir; bunun da insiyatifi devlette olmalıdır.
Şirketlerin politik aklı verimlilik ve kalkınma diliyle sıkıştırdığı noktada devreye giren neoliberalizm eğitimle gelişebilmek için geleneksel olan her şeyin (ezbercilik, lineer düşünme, öğretmen otoritesi, merkeziyetçilik vb.) terk edilmesini salık verirken müfredat ve derslerin artık yeni mutlak gerçekliğe (piyasanın taleplerine) göre kurulması gerektiğini savunur. Bunun anlamı, kamusal eğitim felsefesinin yerini bireyci eğitim felsefesinin alması gerektiğidir. Daha okul öncesi düzeyinde bile çocuklara neyi nasıl üretmeyi değil de, tüketmeyi öğreten bir eğitim sisteminde öğrencilere öğretilmeye çalışılan becerilerin (iletişim kurma, öğrendiğini öğrenme, takım ruhu, liderlik vb.), piyasada kimin için, neye göre ve hangi çerçevede bir işgücü rolü içine girileceği ile ilişkisi açıktır.
Eğitim politiktir
Anne-baba politik akla (devlete) eğitim için başvururken belli standartları (yaş, öğrenilecek içerik, biçimler-giyim gibi, sınav adeti, ölçme-değerlendirme kıstasları vb.) önceden kabul eder; kabuller arasında “tükettiğini öde” felsefesi de vardır. Eğitim ister politik akla isterse piyasa mantığına göre verilsin, karşılığı ödenmesi gereken bir hizmet olarak algılanınca anne-baba, çocuğunun eğitim hayatını artık bir işadamı gibi (kar-zarar, bilanço, çıktılar, yenilenme vb.) düşünür ve planlar. Politik akıl bu süreçte anne-babaya yardımcı olur; eğitim bürokrasinin temel mantığı anne-babaya bütün tercihleri standartlar (paket programlar) halinde sunmak üzerine kurulur. Örneğin, çocuğunun akademik başarısını e-devlet üzerinden takip edebilen, “Alo 147”ye çocuğunun öğretmenini şikâyet edebilen anne-baba için politik aklın pedagojik kolaylaştırıcılığı piyasaya girişi kolaylaştırır.
Sonuç olarak, 1980 sonrasında dünyanın girdiği yeni kapitalist ekonomik düzen olan neoliberalizmde eğitim, mutlak anlamda politik aklın yörüngesinden çıkıp piyasanın denetimine girmiş değildir. Burada tandem oynayan politik akıl ve piyasa, bütün oyuna hükmedebilmek için oyunda olabildiğince kendine hizmet edecek başka oyuncuları da (liberal entelektüeller, akademisyenler, propagandistler vd.) sahaya sürer. Sahada uygulanan kuralların her iki takıma da eşit biçimde uygulandığını düşünen seyirci için oyuncular arasındaki güç dengesizliği (eğitimde sınıfsal farklar gibi), hakemin tarafsızlığı (devletin tüm öğrencilere aynı fırsat eşitliği imkanlarını sunması gibi), sahadaki diğer koşullarda bir sorun yoktur ama nasıl oluyorsa hep emekçi kendi kalesinde golü görür yani eğitim sisteminde en zayıflar elenirken diğerleri yönetici pozisyonda yer almak için yoluna, yukarıya doğru devam ederler. O halde, eğitim sınıfsal olduğu için politiktir. Neoliberalizm bir ideoloji olarak yeni kapitalist değerleri eğitimin içine işadamları aracılığıyla değil, bir işadamı gibi düşünen politik akıl ile taşınmıştır. Devleti bir şirket gibi yöneten, okula da fabrika gibi bakar.